18 Mayıs 2011 Çarşamba

İlber Ortaylı – Yakın Tarihin Gerçekleri

İlber Ortaylı – Yakın Tarihin Gerçekleri
Osmanlı’nın Çöküşünden Küllerinden Doğan Cumhuriyet’e


Bu kitapta ilk bölümlerde yakın tarihe dair önemli, sürekli gündemde olan konular var.
İkinci bölümde Ortadoğu / Filistin
Üçüncü bölümde ise kültürel objeler tartışılıyor. (s. 8/9)

Şemseddin Sami; Fraşeri hanedanının b parlak üyesi hem Arnavut, hem Türk milliyetçiliğine hizmet etmiştir.

Türk milliyetçiliği en geç safhada ortaya çıkmıştır. (s. 13/14)

Hegelci teleolojik tarih felsefesi ve misyonu Balkan aydınlanmasını yönlendirmiştir. (s. 16)

Çetecilik Balkan tarihinin temel kurumudur. Komita siyasi partinin zayıf olduğu dünyada siyasi örgütlenme biçimidir. (s. 24)

İtalya 1911 yılında Trablusgarp vilayetine saldırdı. 29 Eylül 1911’de verilen notayla savaşın başlayacağı bildirilir.
Kim direndi bunlara karşı?
Jandarma kuvvetleri,
Başlarındaki Neşet Bey (hem kumandan vekili hem vali vekili olarak)
Enver Bey, Ali Fethi Bey ve Mustafa Kemal
Subaylar Senusilerle birleştiler.
Direniş 20 yıl sürdü.
Mussolini kanlı şekilde direnişçileri yok edene kadar.
(s. 39/42)

I. Dünya Savaşı’nın arifesinde İttihatçı politika tarihte pek olmayan ananevi bir Osmanlı-Alman dostluğundan söz eder oldu.
Oysa Osmanlı’nın tarihten gelen en önemli politik dostları Fransa ve İngiltere’dir. (s. 48)

Osmanlı İmparatorluğu fütuhatla bir araya gelen bir alay kavmin, tarihi kaderlerine boyun eğmesidir.

Avusturya-Macaristan savaşçı hükümdarların değil, evlenen hükümdarların kontratla meydana getirdikleri bir tarihi birlikti. (s. 61)

Tarihin yakasına yapışıp hesap soran uluslar pek sıhhatli sayılmazlar. Zira böyle toplumlar aslında tarihi incelemek ve anlamak konusunda fevkalade ilgisiz ve bilgisizdirler. Yaptıkları sadece az bilgiyle çok gürültü çıkarmaktır. (s. 67)

Osmanlı Devleti’nin en büyük sorunu vergi kaynaklarını iyi tespit edip bunları sağlıklı vergilendirememesiydi.
Mısır niye büyük bir devletti? Çünkü Eski Mısır vergilendirme konusunda oldukça iyiydi. Roma niye imparatorluk oldu? Mısır’ı aldığı zaman bu sistemi kavramıştı. (s. 78)

Nüfusu tükenen bir toplumun yaratıcı olması mümkün değildir.
Türkiye bu nüfusu yenileyebilir.
Yani Balkanlardan, Asya’dan nüfus getirebilir.
Uluslararası ilişkilerde hiçbir şeyin partizanı ve mümini olmamak gerekir. (s. 86/87)

Türkiye’nin sorunu köy ve köylülük değil; kasabadır.
Türk kasabası 17. yüzyılda Evliya Çelebi’nin lezzetle anlattığı çarşı, Pazar ve zanaatlarını tasvir ettiği birimler değildir artık. (s. 89)

Timaş Yayınları

Nisan 2012

İskender Pala – Kudemanın Kırk Atlısı

İskender Pala – Kudemanın Kırk Atlısı


Dilmesti-i Cenab-ı Pir / Mevlâna Celaleddin
Babası Bahaeddin Veled, Belh şehrinde 30 Eylül 1207 doğan bu çocuğa, keramet izhar edercesine “efendimiz, büyüğümüz” anlamına gelen Mevlâna adını verir. (s. 1)
Muhiddin Arabî’nin, çocuk Celaleddin’i babasının arkasından giderken görünce, “Allah, Allah! Bir nehrin arkasından koskoca bir umman gidiyor,” dediği meşhurdur. (s. 3)

Süleyman Paşa Konya’ya gidip hayır duasını istediği vakit hazret, başındaki gümüş işlemeli serpuşunu çıkararak paşanın başına koymuş ve ardından dualar okumuştu. O günden sonra Yıldırım’a kadar bütün Osmanoğulları Mevlâna’nın bu gümüş işlemeli serpuşunu sarmış. (s. 3)

Kim Ölürse Bu Gün Diri Ola / Sultan Veled (s. 6)
Sultan Veled’in Mevlevilik yolcularına ilk tavsiyesi de, “ölmeden önce ölünüz” (mûtû kable en temûtû) hadisinden ibaret olur.
Mevlâna hazretlerinin büyük oğludur. 1226 yılında Larende’de doğmuş… (s. 7)

1285 tarihinde Mevlevilik tarikatının şeyhi olmuş ve böylece Mevlevilik onun sayesinde bir tarikat haline gelebilmiştir. (s. 8)

İbranice Okuyan Şeyh / Âşık Paşa (s. 11)

Hükümdar Ona Denir Ki Fatih Sultan Mehmet (s. 16)

Murat Efendimiz / Murat Hüdavendigâr (s. 22)

Sultanın Ruhaniyeti / Yıldırım Bayezid (s. 28)

Bu Gece Ol Gicedür Kim / Süleyman Çelebi (s. 33)

Menakıpname Geleneğimiz / Emir Sultan (s. 38)

Küffar Elinde Zebun Ettirme İlahi! / Sultan II. Murat (s. 43)

Vücudi Fani İtmekdür Adı Aşk / Eşrefoğlu Rumi (s. 47)

Yolda Bir Şehzade / Cem Sultan (s. 52)

Bülbül Figan İçinde / Necati Bey (s. 57)

Bu Yangın Cafer’in Nefes-i Ateşinidir / Tacizade Cafer Çelebi (s. 62)

Hakikat Oldu Mecaz / Yavuz Sultan Selim (s. 66)
Mısır Sultanı Kansu Gavri Yavuz’a bir elçi gönderdi. Elçi Yavuz’a: “Hutbelerde sultanımızın adı okunan memleketleri iade ediniz,” dedi.
Yavuz: “Var sultanına söyle, Hutbe ve sikkede adının muhafazasını Anadolu’da değil, Mısır’da düşünsün.
Elçi: “Ben bunları kendi sultanıma nasıl söylerim…”
Yavuz: “Elçiye lüzum yok. Mısır’a ben geliyorum.” (s. 69-70)

Ya Hazret-i Âşık-ı Sadık / Fuzuli (s. 71)

Sevdiğim kim kurtarır zincir-i zülfünden beni
Görmemek yeğdir görüp divâne olmaktan seni

Beni candan usandırdı, cefadan yâr usanmaz mı

Sadrazamın Son Günü / Sokullu Mehmet Paşa (s. 76)

Ufak Tefek Bir Büyük Adam / Ruhi (s. 81)

Allah Bes, Baki Heves / Sultan I. Ahmet (s. 87)

Bulan Bilen Huda’yı / Aziz Mahmut Hüdayi (s. 93)

Sözün Efendisi Olan Şeyhülislam / Şeyhulislam Yahya Efendi (s. 97)

Hele Âlemde Bir Adem Yoğ İmiş / Nef’i (s. 102)

Mustafaların Hikâyesi / Alemdar Mustafa Paşa (s. 107)

Halep Kumaşı / Nabi (s. 113)

Kenarın Nazik Dilberi / İsmail Beliğ (s. 119)
Beliğ’in asıl adı İsmail, künyesi Şahin Emirzade’dir.
Nesli Hz. Peygamber sülalesine dayanır.

Ey Bülbül-i Şeydâ / Nedim (s. 124)

Bizim Hissemize Sabr-ı Arifane Düşer / Koca Ragıp Paşa (s. 130)
Şecaat arz ederken merd-i kıbti sirkatin söyler.

Sherlock Holmes’ün Piri Kimdir? / Koca Ragıp Paşa (s. 138)

İlm-i Kıyafet Biliriz / Erzurumlu İbrahim Hakkı (s. 148)

Deha Hazretleri / Şeyh Galip (s. 154)

Öylesine Bir Hoca / Hoca Neş’et (s. 159)

Salben İdamına! / Beylikçi İzzet (s. 165)

Bir Mevsim Baharına Geldik ki Âlemin / İzzet Molla (s. 171)

Kuğu / Dede Efendi (s. 178)

Hâlâ Çekilen Derd ü Meşakkat / Leyla Hanım (s. 183)

Azab-ı Aşkı Kim Anlar Kiminle Söyleşelim / Leskofçalı Galip Bey (s. 187)

Tarih Müellifi Bir Şair / Namık Kemal (s. 192)

Adli Kızı Adile / Adile Sultan (s. 197)

Ne Esir-i Lütfunam Ne Talib-i İhsanınam / Hersekli Arif Hikmet Bey (s. 205)

Dünyadan Bir Heccav Geçti / Şair Eşref (s. 210)

Ezan Sesine Hasret / İhsan Raif Hanım (s. 216)

Sana Dar Gelmeyecek Makberi Kimler Kazsın / Mehmet Akif (s. 221)

Bir Bilen / Ali Nihat Tarlan (s. 226)

Kapı Yayınları

5. Baskı, Haziran, 2004

Thomas Bernhard - Wittgenstein'ın Yeğeni

Thomas Bernhard - Wittgenstein'ın Yeğeni


Eserde yazar-anlatıcı hayata bakışını, uzun süre aynı hastanede zaman geçirdiği Paul Wittgenstein aracılığıyla anlatıyor. Anlatıcının yatma bahanesi akciğer rahatsızlığı, Paul’un bahanesi ise deli olmasıdır. Aslında her ikisinin de hastalığı dünya ile aralarındaki kapanamaz mesafedir. Dolayısıyla hastaneden bir fayda sağlayamayacaklarının bilincindedirler.
Bu iki dost ağırlıkla müzikten söz ederler. Anlatıcı, ülkesi ve ülkesinde yaşayan insanlar hakkında çok fazla saydırır. Sıraladığı, tasvir ettiği seviyesiz ve aşağılık insanlar sürüsü ülkemizde de fazlasıyla mevcut olduğu için Türkçede de ilgiyle okunan ve daha uzun süre aynı ilgiyle okunacak olan bir romandır.

O. Pamuk’un önsözünden
Bernhard’ın romanlarının kahramanlarının dünyasının temel taşlarından biri tekrardır.

Korrektur/Düzelti’nin Wittgenstein’a benzeyen baş kişisi yazamadığı bir biyografinin yıllar yılı sürecek hazırlığı kadar, kendisini engellediğini düşündüğü kızkardeşine duyduğu öfkeden başka bir şeyi aklından geçiremez.
Das Kalkwerk/Kireç Ocağı’nın baş kişisi “işitmek” üzerine yazacağı eseriyle, bu eserini yazabilmenin koşullarına saplanmıştır; o çok eğlenceli Holzfallen/Odun Kesmek’in kahramanı nefret edip tiksindiği Viyanalı aydınların yemek davetinde bütün düşüncesini onlardan nefret edip tiksinmeye verir.

Valery bir yerde nefret edip tiksindiğimiz bayağılıklarla aslında yakından ilgilendiğimizi, bayağı bulduğumuz şeylerle aramızda bir merak ve yakınlık olduğunu söyler.

Bernhard’ın kahramanları, tam tersine ne kadar kaçmaya çalışırlarsa çalışsınlar dış dünyaya fazlaca açıktırlar. (s. 7)

Bernhard’ın “buluşu” gittikçe uzayan, durmadan tekrarlanarak dairesel, daha doğrusu “eliptik” hareketler çizen ve paragraf başlarına hiç de gerek duymayan cümleleridir.

Bernhard’ın romanları onca tutkuyla konuşmalarına rağmen dramatik değil, anektodiktir. (s. 8)

Notlar
…Paul, düşünürün yeğenlerinden biriydi. (s. 12)

Psikiyatri hekimi bütün hekimlerin en beceriksizidir ve her zaman için üyesi olduğu bilim dalından çok, zevk için adam öldürmeye yatkın kişidir. (s. 16)

Paul’un günün birinde denetimini kaybedip delirdiği söylenebilirse benim de günün birinde denetimimi kaybedip akciğer hastası olduğum söylenebilir. (s. 30)

Nietzsche’nin kafası da bu yüzden patladı. Bütün deli düşünürlerin kafaları da sonuç olarak böyle patlamıştır, ruh zenginliklerini kapı dışarı etmekle başa çıkamadıkları noktada.

Paul’un kafası da günün birinde böyle patladı ve Paul öldü. (s. 33)

Wittgenstein’lar bir yüzyıl boyu silah ve makine üretip durmuşlardı, ta ki gelip eninde sonunda Ludwig’le Paul’u, döneme damgasını basan Düşünür’le Viyana’da onun kadar ünlü, hatta daha bile ünlü olan Deli’yi üretene kadar. (s. 36)

Param olduğu sürece hekimlerle dosttum; ama sonra, beş kuruşun kalmadı mı adama hayvan gibi davranıyorlar. (s. 56)

Hasta insan yardımların en gözle görülmezine muhtaçtır, ama bunu sağlamak sağlıklıların elinden gelmez. (s. 58)

Hasta, hastalanmakla yerini boşaltmıştır, şimdi gelmiş yeniden aynı yeri istemektedir. Bu sağlıklılar tarafından her zaman duyulmamış bir terbiyesizlik olarak görülür. (s. 60)

Bir kere bile Tractatus’tan söz etmedik. Sadece bir tek kere Paul, amcası Ludwig’in ailenin en delisi olduğunu söylemişti. Bir mültimilyonerin köy okulunda öğretmenlik etmesi kadar sapıkça bir şey olabilir mi, diye sormuştu. (s. 76)

…ödüller insanı yüceltmez, ilk ödülümü alırken de aynı şeyi düşünmüştüm, tam tersine alçaltır, hem de en utanç verici biçimde.

…ödül insana daima bu alandaki en yetersiz kişiler tarafından verilir. (s. 79)

Viyana kahvelerinden nefret etmiş ama gene de dönüp dolaşıp o nefret ettiğim Viyana kahvelerine gitmişimdir. (s. 100)

Aslında dünyanın hiçbir yerinde rahat edemeyen, sadece bulundukları yerden başka bir yere doğru giderken, iki yer arasında mutlu olan insanlardanım. (s. 103)

Wittgensteins Neffe
Türkçeleştiren: Fatih Özgüven
Metis Yayınları
Ocak, 1989



6 Mayıs 2011 Cuma

Ikiru - "Yaşamak"

İkinci Dünya Savaşından sonra Japonya, devlet geleneğini hızlı biçimde, ABD merkezli iktisadi hayata göre uyarlamış/yeniden inşa etmiştir. Batı ve özellikle ABD örnek alınarak inşa edilen bu sistemde devleti temsilen karşımızda bulduğumuz bürokrasi, Akira Kurosawa'nın 1952 tarihli "Ikiru" (yaşamak) isimli filminin asıl karakteridir.
Bürokrasiyi modern dünyayı yavaş yavaş kemiren bir hastalığa benzeten Kurosawa, Ikiru isimli filminde ağır ağır ölüme giden kanserli bir memurun hayatını anlatmaktadır.
Memur Kanji, karısının ölümünden sonra küçük yaştaki oğluyla bir başına kalmış, ikinci bir evlilik yapmamış, hayatını oğluna adamıştır.
Filmin ilk karesi, midesi kanserli bir hastanın röntgen görüntüsüyle başlar. İçinde taşıdığı bu hastalık yüzünden ölecek olan bu kişi, belediyenin halkla ilişkiler biriminde şef olarak çalışan memur Kanji'dir. Yaklaşık otuz yıl boyunca aynı dairede çalışmakta olan Kanji, her gün masasına gelen şikayet dilekçeleri ve çeşitli evrakları mühürleyip arşive yollamaktadır. Dairede çalışan diğer memurlar gibi o da, aslında hiçbir şey yapmamaktadır.

Memur Kanji, mide ağrılarından şikayetle doktor kontrolüne gider. Diğer hastalar gibi "sırasını beklerken", çenesi düşük bir hastayı dinler. Geveze adamın anlattıklarından, doktorların, rahatsızlığı ölümcül olan hastalara gerçekleri söylemediklerini öğrenir. Birkaç aylık ömrü kalan midesi kanserli bir hastaya doktorların, "uysal/iyi huylu ülser" teşhisi koyup, buna göre tedavi önerdiklerini öğrenir. Nihayet sırası gelir ve doktorun odasına geçer. Doktoru ona, uysal ülser olduğunu ve beslenmesine dikkat ederse rahatsızlığının kendiliğinden geçeceğini söyler.
Sırasını beklerken öğrendiklerinden sonra doktorun söylediklerinin asıl anlamının farkına varır, sadece birkaç aylık ömrü kalmıştır.
Ölmekte olduğunun farkına vardıktan sonra o zaman dek yaşadıklarının muhasebesini yapan Kanji, bugüne dek neredeyse hiç yaşamamış olduğunu fark eder. Çok sevdiği karısı yıllar önce ölmüştür. Karısının ölümünden sonra hayatının oğluna adamış ve ikinci bir evlilik yapmamıştır.
Ne yaptığı iş, ne de ömrünü adadığı oğlu, anlam vermeye çalıştığı yaşamında Kanji'yi teselli edebilir.

Doğası gereği kendini tekrar eden bürokrasi, meşruiyetlerini bürokrasinin sürekliliğinde bulan görevli memurlar tarafından özenle korunmaktadır. Komu işlerinin ve ilişkilerinin düzenlenmesi, bir amacı/hedefi/gayesi olmaksızın sürdürülmektedir (Bürokrasinin amacı, kendisidir). Bürokrasinin içinde görevli memurların yegane varoluşları bulundukları mevkidir. Memurlar, oturdukları koltukları sağlama almak için, mevkilerinin güvenliği için iş yapmaktan imtina etmişlerdir.
Kurosawa, insanın özgürleşmesi, kendisini ayakta tutacak anlamı bulması için, insanı küçülten, yozlaştıran bürokrasiyi hak ettiği şekilde eleştirir. Kanser hastası Kanji, modern dünya insanlarının temsilidir. Kanji'nin hastalığı onu sinsice, içten içe (içeriden) öldürmektedir. Devleti içten içe çürüten ve öldüren de bürokrasidir. Kurosawa, kaide olarak kabul ettiği bürokrasinin acımasız gerçekliği karşısında insanın özgürleşebileceğine olan inancını, bir istisna olan Kanji ile seyircilerine aktarıyor.

Az bir vakit ömrü kalmış olan Kanji, çok uzun yıllar sürmüş, derin uykusundan uyanmak ve bir an olsun hayatını anlamlı kılacak bir değer bulmaya/üretmeye, anlamlı bir iş yapmaya çalışır.