27 Haziran 2013 Perşembe

Miguel de Unamuno – Yaşamın Trajik Duygusu


Miguel de Unamuno – Yaşamın Trajik Duygusu

Unamuno çok yazdı, her türde yazdı. Ama hepsinin kaynağı birdir, inanmak inanmamak sorunudur.

Akıl = Sonlu / Duygu = Sonsuz

Humanitas, canlı olan insanı işaret etmez.

İnsan aklının motoru duygusudur. Haz aldığı duygularını tatmin etmek üzere aklını kullanır. Bir şeyler hakkında düşünür ama düşüncenin kendisi hakkında düşünmez.

…onu öbür hayvanlardan ayırt eden düşün’den çok duygudur.

Yaşamının birliğini ve sürekliliğini bozmaya kasteden bendeki her şey beni ve sonuç olarak kendisini yok eder. Bir halk içinde o halkın tinsel (manevi) birliğini ve sürekliliğini bozmaya kasteden her birey, onu ve o halkın bir parçası olarak kendisini yok etmeye yöneliktir. (s. 21)

Doğdu, büyüdü, kazandı/kaybetti, mutlu oldu ve sonunda bu dünya için “cenneti insanlar ancak burada bulabilirler” dedi. Yapayalnız öldü. Çocuğu yoktu. Kendi insanlığını kendisi sonlandırdı. İşte bu varolan bütün güzelliklerin reddidir. Kendini, ruhunu tatmin için “araç” olarak kullandı ve tüketti, bencilce tüketti.

İnsan bir amaçtır, bir araç değil.

Ölen bir oğlu için ağlayan Solon’u gören bir bilgin ona der: “ne diye ağlıyorsun böyle, ağlamak yaramayınca bir şeye?” ve bilge yanıtlar onu: “tam da bu nedenle ya –yaramadığı için bir şeye.” Ağlamanın bir şeye yaramadığı besbelli, yalnız acıyı azaltmak için bile olsa; ama münasebetsiz adama Solon’un yanıtının derin anlamı açıkça görülür. Ve o kanıdayım ki ben, hepimiz eğer sokaklara çıkıp ta dertlerimizi açıklasaydık birçok şeyleri çözerdik, dertlerimizin belki ortak bir tek dert olduğu görülür, onlar için beraberce ağlaşır, göklere doğru haykırışır ve Tanrı’ya yakarışta bulunurduk. Ve bunu yapsaydık, Tanrı bizi duymayacak olsa da; ama duyardı bizi O. En başta gelen kutsallığı bir tapınağın, birlikte ağlamak için gittikleri bir yer olmasıdır insanların. Yazgı cefası çeken bir kalabalık tarafından birlikte makamla okunan bir miserere’nin (Hz. Davut’un elli birinci mezmuru) tüm bir felsefe denli değeri vardır. Vebadan şifa buldurma yeterli değildir; ondan ötürü ağlamayı da öğrenmemiz gerekir. Evet, öğrenmemiz gerek ağlamayı! Belki budur en üstün bilgelik. (s. 26/27)

Yürümek/yol almak metaforu
…varlığın bilme merakı İlk Günah’a, İlk Günah’la da Kurtuluş’a neden oldu, bu da bizim Tanrı’ya giden yolda yürümemize ve O’na erişmemize ve O’nun içinde var olmamıza olanak sağladı. (s. 29)

Tüm insanlar doğal olarak isterler bilmeyi. Böyle başlar Aristoteles Metafizik’ine ve o zamandan beri bin kez yinelenmiştir ki, Tekvin’e göre ilk anamızı günaha sürüklemiş bulunan merak ve bilme arzusu bilginin kökenidir. (s. 31)

Ebedi olmayan hiçbir şey gerçek değildir.

“Son aldanış yok oldu
Ebediliğine inandığım”
Leopardi
Sevgiyle ölüm arasındaki yakınlığın ne kadar sıkı olduğunu görüyor
Gönlün derinliklerinde sevgi doğunca, aynı zamanda insanın içinde ölmek için yorgun ve bitkin bir arzu duyduğunu algılıyordu.
Sorun trajik ve süreklidir. (s. 51)

Tanrı’nın kendisini sevdiği sevgiden başka bir şey olmayan
Bizim mutluluğumuz Tanrı’nın insanlara olan sürekli ve sonrasızca sevgisinden oluşur. (s. 104)

İnsanın ölümsüzlüğü için duyulan büyük özlem bir teselli bulmuyor akılda
Burada
Uçurumun derinliklerinde kalbin ve iradenin umutsuzluğuyla aklın şüpheciliği yüz yüze karşılaşıyor ve kardeşler gibi kucaklaşıyor. (s. 111)

Felsefe ile din birbirine düşmandırlar, düşman oldukları için de birbirlerine gereksinmeleri vardır. Bir az felsefe temeli olmayan din yoktur, kökleri dinde olmayan felsefe de yoktur. (s. 118)

Tam anlamında nedenler, bilimsel kanıtlar, teknik mantıksal düşünceler arayan biri beni izlemeyi reddedebilir. Trajik duygu üzerindeki düşüncelerin geri kalanları boyunca, okuyucunun dikkatini oltanın yemsiz, çıplak iğnesiyle avlayacağım; dokunup almak isteyen, dokunsun alsın ama ben kimseyi aldatmam. Ancak sonuçta her şeyi toparlamayı ve yaşamın trajik duygusundan başka bir şey olmayan, size sözünü edegeldiğim dinsel umutsuzluğun, Az çok saklı olsa da bugünün uygar bireylerinin ve uluslarının yani zekâ ve duygu noksanlığına uğramamış bireylerle ulusların, bilinçlerinin temeli olduğunu göstermeyi umuyorum. (s. 127)

En acıklı şey dünyada ve yaşamda, okuyucularım ve kardeşlerim benim, sevgidir. Sevgi, düşün çocuğu ve düş kırıklığının babasıdır; aşk büyük hüzün ve keder içinde tesellidir; ölüme karşı tek ilaçtır, çünkü ölümün kardeşidir. (s. 133)

Sevgi acır ve ne kadar çok severse o kadar çok acır.

Gittikçe artan aşk, daha ötelere daha derinlere sokulmaya çalışan bu tedirgin özlem, gördüğü her şeyi sürekli kucaklar ve kucakladığı her şeye acır. (s. 137)

Tanrı
Bütün’ün kişileştirilmesidir.

Ve var olduğumuzu nasıl biliriz az ya da çok acı çekmeden? Acı çekmeden başka türlü nasıl kendimize döner, düşünsel bilinç ediniriz? Neşelendiğimizde kendimizi unuturuz var olduğumuzu unuturuz; başka bir varlığa dönüşürüz, yabancı bir varlığa, kendimizin yabancısı oluruz. Ve ancak acı ile yeniden kendi kendimiz olur, kendimize döneriz. (s. 139)

İnsan, bilinç olarak, evrende tek başına var olmaya boyun eğip razı olamaz, yalnızca bir nesnel görüngü olmaya da. (s. 144)

Dindarca duygunun kökenini, ya da daha doğrusu aslını, kaçınılmaz ve doğal bağımlılık duygusuna bağlayan Schleiermacher’in öğretisi, en derin ve en doğru açıklama gibi görünmektedir. Toplum içinde yaşayan ilkel insan, gözle görülmez biçimde kendini çevreleyen gizemli güçlere bağımlı olduğunu duyumsar; kendini yalnız kendi gibi insanlarla, türdeşleriyle değil, fakat canlı ve cansız doğanın bütünüyle toplumsal birlik içinde hisseder ki bu da her şeyi kişileştirir demektir. O yalnızca dünyaya ilişkin bir bilince sahip olmakla kalmaz ama dünyanın da kendi gibi bilinç sahibi olduğunu tasarımlar. Tıpkı bir çocuğun, sanki ne dediğini anlarmış gibi bebeğiyle ya da köpeğiyle konuşması gibi, yabanıl insan da konuştuğunda fetişinin kendisini dinlediğine ve öfkeli fırtına bulutunun kendisinin ayırdına varıp bile bile kendisini izlediğine inanır. Çünkü ilkel doğa insanının yeni doğmuş zekâsı henüz kendisini doğa rahmine bağlayan bağları tümüyle koparmamıştır, düş görmeyi uyanıklıktan, düşü gerçeklikten ayıran sınırı da açıklıkla çizmiştir.
Tanrı o halde, aslında objektif bir şey değildi, fakat daha ziyade dışa doğru yansıtılmış bilincin sübjektifliğiydi. (s. 154)

Akıl yoluyla değil, ancak aşk ve ıstırap yoluyla biz varabiliriz yaşayan Tanrı’ya, insanca Tanrı’ya. Akıl daha ziyade O’ndan uzaklaştırır bizi. Sonradan O’nu sevebilelim diye önceden bilemeyiz O’nu; O’nu sevmekle, özlem duymakla O’na, O’nu arzu etmekle başlamalıyız, bilmeden önce O’nu. Tanrı bilgisi Tanrı sevgisinden doğar ve bu bilgide ussal az şey vardır ya da hiç yoktur. Çünkü Tanrı tanımlanamaz. O’nu tanımlamayı istemek, O’nu zihnimizin sınırları içinde tutmayı istemek demektir, yani öldürmek demektir O’nu. Tanımlamaya kalkışır kalkışmaz O’nu, işte çıkan karşımıza hiçliktir. (s. 163/164)

Aşk geleceğe bakar hep ve ona yönelir çünkü işi bizim kalımlılığımıza ilişkindir; aşkın özgüllüğü umut etmektir ve ancak umutla sürdürür varlığını. Ve nitekim arzusunun meyve verdiğini görünce aşk hüzünlenir.

Sevgi umut eder, hep umut eder ve hiç yorulmaz umut etmekten; Tanrı sevgisi de, imanımız Tanrı’ya her şeyden önce umut bağlamaktır O’na. Çünkü Tanrı ölmez ve her kim umut bağlarsa Tanrı’ya sonsuza dek yaşar. (s. 190/191)

Tanrı’ya inanmak O’nu sevmektir, O’nu sevmek de acı çektiğini hissetmektir O’nun, acımaktır O’na.
Tanrı’nın acı çektiğini söylemek küfür gibi görünebilir, çünkü sınırlamayı, şartlanmayı içerir acı çekmek. Bununla beraber, evrenin bilinci olan Tanrı, içinde yaşadığı kaba madde ile, bilinçsiz olanla sınırlanmıştır.
Tanrı her birimizin ve hepimizin içinde, geçici maddenin içinde tutuklu bilinçlerin her birinde ve hepsinde acı çeker, biz de O’nda acı çekeriz. (s. 197)

“Bilime ve sanata sahip olanın bir dini vardır; ne bilimi ne de sanatı olan, bir din edinsin kendine.” Goethe

Niteliği neyse ruhumuzun
Odur niteliği aradığımızın

İki yaratık eğer birleşip de tek olsalardı
Yapmış olduğundan dünyanın daha çok şey yapmış olurlardı.

Ve ruh, benim ruhum hiç değilse, başka bir şeyin özlemi içindedir, emilip içe çekilmekte değil, dinginlikte değil, barışta değil, yatıştırılmakta değil, durmadan yaklaşmak ama hiçbir zaman erişememek özlemindedir. (s. 239)

Türkçeleştiren: Osman Derinsu
İnkılap Kitabevi Yayınları
1986


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder