25 Nisan 2014 Cuma

Şaban Teoman Duralı – Ödev Esaslı Ahlak – Başkaldıran İnsan

Şaban Teoman Duralı – Ödev Esaslı Ahlak – Başkaldıran İnsan

Anlam verici varlık olarak insan, değerlerin inşacısıdır. Anlamlandırılabilir bütünlüğeyse Âlem diyoruz.

Fasit dairenin bir yakasında üretim, diğerinde tüketim bulunur, tamamınaysa iktisat diyoruz.

Varolanlara canlı denir. Farsça canın Arapça karşılığı nefsdir. 

Ruhun görevi, nefsi denetlemek, dizginleyip zapturapt altında tutmaktır.

Ruhun varlığına inanmak istikbalin teminatıdır. Ruhun varolduğuna inanılmadığı, dolayısıyla da geleceğe güven duyulmadığı yerde hayat yoktur.

Gerek yokluğun / yahut hiçliğin / gerekse ölümün içerisini mantıkça da deneyce de dolduramayız.

Üstünde konuştuğumuz yahut konuşabildiğimiz her şey nitekim varlık tarafından taşındığına göre, asla konuşamadıklarımız, yokluktan sayılacak. Sonuçta, üstünde konuşamadıklarımızın anlamı bulunmaz. Anlamı bulunmayana da değer atfedilmez.

Ben-varlığıma-ilişkin-fikrime özbilincim diyoruz.

Ödevini yerine getirmek işin hakkını vermek demektir.

Aklı, temyizin ikametgâhı şeklinde niteleyebiliriz. Akılla ve onun denetiminde çalışan zihinle algıladıklarımızı değerlendirebiliriz.

Duyuların tersine, duygular bize aracısız bütünlüklü veri sağlarlar,
Bu (…) verilere sezgi diyoruz.

Biçimsizlik anlamsızlık demektir.
Biçimsizin değeri yoktur.
Biçimlilik güzelle örtüşür.

Dış düzgünlüğü bilim yoluyla, içerimizdekini ise ahlakla sağlıyoruz.

Hem dış (…) hem de iç (…) hareket ettirici (…) akıldır.

Ruhun ben-ime düşen hissesine akıl, onun da ben-imi düzenleyişine, tertipleyişine ahlak diyoruz. O halde ahlaklı olan aklını kullanan kişidir.

Tanrının kehaneti ne açıklar ne de müphem kılar; o bir işarettir. İşte Tanrı kehanetini, yani tebliğini anlayıp bunu kişinin ben-ine anlatmakla akıl yükümlüdür.

Ruhları kapalıysa, gözler ile kulaklar, insanlara kötü tanıktırlar.

Kişi, ilkin ben-ini, kendisini çevreleyen ben-olmayanlarla birlikte anlamlandırıp değerlendirmek suretiyle varlıklaştırmaya koyulur.

Bu ilk dönemleri bencil ve benmerkezcidir.

Benmerkezci yaşama çemberi tedricen aralanıp topluma katılmanın eşiğine varılır.

Bundan böyle yalnızca dirimsel ben-beşer doğrultusunda yaşanmaz.

Yükümlülük /hak/ denklemi ben-i sorumluluk anlayışına sevk eder.

Madem aklım, Allah Ruhunun ben-ime düşen payıdır, o halde aklımın ben-e seslenişi, ben-i uyarışı şeklinde tarif ettiğimiz vicdan, haddizatında Rabbin dur durak bilmez sedasından gayrı bir şey değildir.

Birer budun adı olan Bantu ile Navajo (j=h), aslında “beşer” demektir.
Şu durumda (…) budunun boyun mensubu değilseniz beşer-den sayılmazsınız.

Kişiyi insan (…) kılan asıl, onun gönül gözü ile kulağını, Herakleitos’un deyişini tekrarlarsak, Logos’a, demek ki KelamAllah’a alabildiğine açık tutmasıdır. Bu halin aşikâr deliliyse, o kişinin ödevine gösterdiği sadakattir.

Dünya münkire cennettir.

Büyük cihatta olmak sabretmek ile direnmek demektir.
Sabredip direnebilen mücahittir. 

Din duygusundan yoksun kişinin, doğa ile insan karşısında temellenmiş saygısı ile sevgisi olamaz.

Yaşanan geçmiştedir. Bu bakımdan bildiklerimiz yaşanmışlıklarda saklıdır. Bilgiyi sayıyorsak, geçmişe saygı göstermeliyiz.
Yaşanmışlıkların silinmesi, yaşamak edimini ortadan kaldırır.
Geçmiş yoksa şimdi de olamaz.

Vicdana kulak kabartarak düşünme etkinliği, özbilinci verir.
Bahis konusu intikali başlatma ile yürütme gücüne, işte, irade diyoruz.
Özbilincimin İlahi yasanın benim-deki bilgisi /irfan/ özbilincim-i oluşturur.

Bilim ile irfan bütünlüğü ilmi ortaya çıkarır.
İlim sahibi, âlimdir. Onun da en üst seviyesine erebilmiş olan hakîmdir.

Veli, benim-inin tam malikidir.

Akıl, kavramları oluşturan mercidir.
Kavramların da, zihinde duyu verileriyle dolmaları sonucunda düşünceler meydana gelir.

Duyu verilerinden görüntülere geçiş algıdır.
Görüntülerden basit tasavvurların teşkili algının devamıdır.
…düşünme bu noktada ortaya çıkar.
İdrak, katmerlenmiş bir düşünme sürecidir.
Söz, düşüncenin dışavurumudur.

Yaşanan olayların (…) meydana getirdikleri birikimler, tecrübeleri oluşturur.

Duygu haddizatında sezgilerin semeresidir.

Algı aşamasında duyu verileri anlamlandırılırlar.
İdrak safhasındaysa mana kazanırlar.

Duyu ile duygu (…) birbirini algıda kısmen, idrakte topyekûn tamamlar.

Biçim, düzgünlük sağlar.
Düzgünlük kazanmış duyu anlamlanır.

Nasıl kavram sezgi yoluyla akıldan çıkıp gelirse, duygu da aynı yolla gönülden neşet eder.

Marifet, sezgi verisi, dolaysız ve aracısız elde edilen kesinkes bilgidir.

Gönlüm-ün, kalbim-in sesine yani vicdanına kulak kabartıp buyruklarına uygun davranan kişi ahlaklı kişinin, ahlaklı kişinin tek buyruk mercii vardır o da vicdanıdır.

Kutadgu Bilig
Felsefe – Bilim Araştırmaları
Sayı: 1 (s. 29-70)
Ocak, 2002


Peter Ackroyd – Poe: Kısacık Bir Hayat

Peter Ackroyd – Poe
Kısacık Bir Hayat


David ve Eliza Poe, fakirliğin alevlendirdiği endişelerin altında yaşıyorlardı. Her ikisi de sahnelerde, gösterilerde aldığı rollerle geçinmeye çalışan oyunculardı.
Edgar Poe, 19 Ocak 1809’da Boston’da doğdu.
Babası David Poe, evlendiği sırada yirmi iki yaşındaydı
Düşüncesiz ve ölçüsüz bir delikanlıydı (…) kendini içkiye vermişti.
1810’da ikinci çocukları Rosalie (Rosie) dünyaya geldi.
1811’in başlarında David, ortadan kayboldu. Elize Poe, aynı yıl sona ermeden hayata gözlerini yumdu.

Edgar Poe, evlatlık olarak kendisine sahip çıkan Allan ailesinin yanında yaşamaya başladı.
Allan ailesi 1815’te Liverpool’a yelken açtılar. Bu seyahate sebep ekonomik sıkıntılardı.
5 yıl boyunca İngiltere’de yaşadıktan sonra New York’a geri döndüler.

Poe, okul yıllarına iyi bir yüzücüydü. Boks yaptığı için güçlü kuvvetli biriydi.
Okuldan bir arkadaşının evinde otuz yaşındaki Jane Stanard ile tanışır. Kadına vurulur.
Poe’nun güçsüz ya da bir şekilde zarar görmüş kadınları seçerek hasta annesinin hatırasını yeniden yaşamak konusunda sekmeyen bir yeteneği vardı.
Bir yıl sonra Jane Stanard aklını yitirerek öldü.
1826’da Virginia Üniversitesi’ne kaydolur.
Poe sonradan olma değil, doğuştan bir içiciydi. (s. 26)

1826’nın sonunda Allan (üvey babası) daha fazla maddi vermeyi reddetti.
Üvey baba ve evlatlığı arasındaki tüm sevgi böylece bitti.
1827’den sonra Allanların evinden sonsuza dek ayrıldı.

Orduya yazılmaya karar verdi.
Edgar A. Perry takma adıyla (…) sonraki beş yıl için Birleşik Devletler ordusuna kaydoldu.
…yirmi iki yaşında olduğunu söyledi.
…yalan söylemesine gerek yoktu.
…yalan söylemek onun doğasında vardı. (s. 29)

1827 yazının başlarında “Timurlenk ve Başka Şiirler” çıktı.
Kıdemli başçavuş oldu.
“Araf, Timurlenk ve Önemsiz Şiirler” 1829’da yayımlandı.
1830’da Birleşik Devletler Askeri Akademisi’ne girdi.
İçki onu gelecek korkusundan kurtarıyordu.
Görevlerini ihmal ederek akademiden atılma planı başarılı oldu.
New York’a gitti.
“Edgar Poe’dan Şiirler” kitabı  1831’de çıktı.
Baltimore’daki akrabalarının yanına döndü.
Maddi sıkıntılarla savaşırken son çare olarak yazarak yaşamını kazanmaya karar verdi.
1832’de ilk kez bir hikâyesi yayınlandı (Metzengerstein).
Tanıştığı editörlerden biri olan John P. Kennedy gayrı resmi koruyucusu haline geldi.
(Poe’nun yayın ilkeleri)
“Güldürü groteske, gerilim canlandırılarak korkuya, nüktedanlık abartılarak burleske, benzersiz olan tuhaf ve gizemliye dönüştürülür.”
1836’da Virginia’yla evlendi.

Poe’nun en saf hali, anlatılamayacak kadar korkunç kâbuslar ısrarla arzulanır.
En evrensel ya a en derin korkulara dokunmayı başarır.
En başarılı hikâyelerinin çoğu “kıl yürütme” üzerineydi.
Morg Sokağı Cinayetleri
Dupin, olayları objektif bir bakışla inceler.
Tümdengelim ve eleme yöntemlerini kullanarak katilin bir insan olmadığı sonucuna ulaşır ve bir tuzak kurar. (bu hikâye yayınlandığında henüz dedektif sözcüğü bile icat olunmamıştır)
1842, Virginia veremin ilk belirtilerini göstermeye başlar.

“Balon Şakası” Jules Verne ve H.G. Wells’in dâhil olduğu bilimkurgu yolunu açtığı için ünlü hikâyelerinden biridir.

1845, Poe bir gazeteci dostuna:
“Tüm zamanların en güzel şiirini yazdım” der.
“Kuzgun”
Şiir, kısa sürede her yerde tanındı.

O sıralarda Longfellow Amerikan şiirinin önemli figürlerindendi.
Ama bu Poe’nun ondan nefret duymasına neden oluyordu.
Longfellow’la arasında süren tek taraflı savaşı, Amerikan edebiyatındaki düşmanlıkların en ünlülerinden biri yapmayı başardı. (s. 87)

1847’de Virginia öldü.
Poe bundan sonra alkolün yanı sıra afyona da meyyaldir.

7 Ekim 1849 Pazar günü bir hastanede, hüzünlü ve kaçınılmaz sona ulaştı. (s. 129)

Türkçeleştiren: Esin Eşkinat
Yapı Kredi Yayınları

Mayıs, 2011

Orhan Karaveli – Sakallı Celal

Orhan Karaveli – Sakallı Celal
Bir Bilinmeyen Ünlünün Yaşamöyküsü

Galatasaray’ın geleneksel Pilav Günü toplantılarında lisenin önünden başlayıp Taksim Anıtı’na devam eden yürüyüşünde:
Taksim Anıtı’na doğru yürüyüşe geçerken Sakallı Celal Bey’in en öndeki safta bulunmasına özen gösterilirdi.

Bahriye Nazırı 1. Ferik, Hüseyin Hüsnü Paşa’nın oğludur,
Galatasaray Lisesi, 1907 mezunu Celal Yalnız
6 Haziran 1962’de vefat etmiştir.

Son sınıftayken 31 Mart hadisesi olmuş,
Celal, mektepten kaçıp Hareket Ordusu’na gönüllü olarak katıldı.
İtalya Trablusgarp’a hücum ettiği zaman bir Fransız pasaportu uydurarak yelkenli ile ve “Jan Piyer” namı altında mücahitlere cephane götürdü.

Hayata kendini bağlayan en kuvvetli rabıta Galatasaray’dı.

Kırgındı, kötümserdi ama gene de gülebiliyordu. Sanırım, ağlamaktan utandığı için.

Sakallı Celal, Galatasaray Lisesi’ni bitirip, öğrenimini tamamlamak üzere Paris’e gitti.
Sakal, bu Paris yıllarının birikimidir. Yüzünden bir daha da hiç eksik olmamıştır.
Öğretmenliğe ilk olarak görevlendirildiği Üsküp’te başladı. Üsküp’te çocukların oynaması için geniş bir alan futbol müsabakaları tertip etti. Futbol topundan giyinecekleri formalara kadar gerekli ihtiyaçlarını da kendisi temin etti.
Bölgenin yobazları Sakallı Celal’e önce dalaştı, ağızlarının payını aldıktan sonra onu maarife şikâyet etti, çeşitli iftiralarla Üsküp’ten alınmasını sağladı.
Balkan Savaşı yıllarında Kastamonu’da bir okulda muallimdir. Burada da çevresindekiler ondan rahatsız olmakta gecikmiyor.
Kısa zaman sonra İzmit’e tayin ediliyor.
Dünya Savaşı yıllarında Ankara Sultanisinde müdür yardımcısıdır.
Sultaniden ayrılmasına sebep; eğitimli/tahsilli insan kıtlığı nedeniyle, son sınıf öğrencilerinin konusunda müşkülpesent davranılmaması emrini içeren maarif vekili Hamdullah Suphi mühürlü mektuba verilecek olumlu bir cevabı olmayışıdır.
Hayatının bundan sonraki dönemlerinde Gülcemal vapurunda makinist, şark ekspresinde ateşçi, Aydın’da incir tütsüleme fabrikasında çeşitli işlerde çalışır. Aydın’da fabrikada çalışırken bir iş kazasından sona parmaklarından biri duyu yetisini büyük oranda yitirir. Sinirleri zayıf olan parmağını “bu benim komünist parmağım” şeklinde takdim eder.
Bir süre Ankara’da kaldıktan sonra, İstanbul’a yerleşiyor.


Yozlaşmış toplumlarda yaşamak durumunda olmak öyle bir şeydir ki, inan kazara bir çukurun içine düşse ve –tesadüf bu ya- düştüğü yer bir lağım çukuru olsa ama nasılsa üstüne bir damla bile pislik sıçratmadan bir kenarda durmayı başarıp “imdat” istese ve birileri gelip onu oradan kurtarsa, gene de kolay kolay atamaz üstüne sinen pis kokuyu!... (s. 197)


Pergamon Yayınları

7. Baskı, Haziran 2004

Rudolf Bultmann – Tarih ve Eskatoloji

Rudolf Bultmann – Tarih ve Eskatoloji
Sonsuzluğun Mevcudiyeti

7 Şubat – 2 Mart 1955 tarihinde Edinburgh Üniversitesi’nde verilen bir dizi konferansa ait metinlerdir.

Tarihin özü
İnsan başladığı yeri seçemez.

“Bireyin içinde kendini bulduğu durum, bizzat onun ve ondan öncekilerin bulundukları, yaptıkları, düşündükleri şeyin, hükümsüz bırakılamaz olan tarihsel kararların sonucudur. Bu, sadece insanın düşünebildiği yapabildiği ve olabildiği bu geçmişi hesaba katmasıyla mümkün olabilir. İnsan varoluşunun tarihselliği bundan ibarettir.” Erich Frank

İnsanın üzerinde kader olarak hükmeden güçler (…) çoğu kez onun kendi iradesinden ve amaçlarından beslenen güçlerdir. (Bkz. Alman romantizmi ve trajik unsur)

Horece,
Yiğitlerin rolü neydi, onların tamamı rollerini icra ettiler. Keza başarı, Tanrı’nın onlara verdiği şeydir.

Tragedya
İnsanı ezmede yükselen çok muazzam kaderi gösterdiğinde insanın hakikatini ve kalıcı özünü ifşa eder. (s. 12)

…insanın özgürlük bilinci ödemesi gereken fiyat, radikal bir nihilizm, insanın içinde yaşadığı dünyanın hiçlik tarafından yargılandığı bir nihilizm olacaktır. (s. 13-14)

“İnsanın büyüklüğü kendi sefilliği hakkındaki bilgisinden kaynaklanır. Ağaç kendi sefaletini bilmez. O halde sefil olmak, sefil olduğunu bilmektir; ancak sefil olduğunu bilmek sefil olmaktan çok daha büyük (önemli) bir şeydir.” Pascal

Gnostik, doğal ve fiziksel hayatın tamamını bedene ve ruha atfeder (…) sonuçta benlik, sadece olumsuz terimler içinde tasvir edilir.

…insan hayatı kırılgandır, gelip geçicidir, fakat Tanrı’nın sözü sarsılmaz olarak kalır ve insan ona güvenebilir. (s. 14)

Özgürlük şimdi sadece formal bir anlamda… özellikle gelenekten ve otoritesinden özgürlük olarak anlaşıldı. Modern özgürlük çabası, Kilise’nin otoritesinden özgür olmak için bir çaba olarak başladı.
Modern doğa (…) fizik kanunlara göre gerçekleşen şeyi hakikat olarak kabul etti. Bizzat insan doğa biliminin nesnesi oldu… (s. 15-16)

Sonuç olarak İyi kavramı değişti. İyi sadece (…) faydadır.
Tarih, Montesquieu’yla birlikte doğal tarih olarak kavranır. Comte, tarihi sosyolojiye dönüştürerek onu bir bilim düzeyine yükseltebileceğine inandı.
Marx (…) Hegelci tarihte gelişen nesnel tin ideasını, bir ekonomi tarihine dönüştürdü. Buna göre, manevi kavramlar, ekonomik koşullardan doğan aldatıcı ideolojidir.
Bacon ve Locke, bütün bilginin tecrübeye bağlı olduğu görüşünden neticeyi resmettiler. Zira eğer tecrübe zamanın akışı içinde değişirse, o halde bilgi, zamanın evladıdır. Bu hakikatin bilgisinin tarihsel bir niteliğe sahip olduğu ve zamandaki duruma bağlı olduğu anlamına gelir. (s. 16)

Tarih, sosyoloji olmaya başlar ve bu yüzden insan artık özerk bir varlık olarak anlaşılmaz, fakat o tarihsel koşulların elinde oyuncak olarak görünür. (s. 17)

İnsan “hakiki varoluş” olmaksızın sadece bir süreçtir. (bugün olduğumuz gibi)

…her bir geleneğin, tarihin bir ürünü olduğu ve sadece göreli bir değere sahip olduğu gerçeğine gözlerimizi kapayabilir miyiz? (s. 18)

Halkların en eski anlatıları (…) mitlerdir.
Onların temaları, insan eylemleri ve tecrübeleri değil, teogoniler ve kozmogonilerdir.

İlk üç devre, Âdem, Nuh ve İbrahim’le başlar ve Musa’ya verile n vahiy tarafından izlenir. Bu tarihin amacı, halkın sürgünden dönüşüdür ve hukuk altındaki bir ibadet topluluğu olarak onların yeniden yapılandırılmasıdır. (s. 26)

Eskataloji
Bu dünyanın sonunun ve yıkılışının öğretisidir.

Her doğal gelişimin soluşu ve yok oluşu düşüncesi (…) altın, gümüş, bronz ve demir biçiminde resmedilen insanlığın yozlaşması ve kalıcı bozulması düşüncesine dönüştürüldü.
Bu düşünce Nabukadnezzar’ın rüyasında gördüğü heykeldeki imparatorlukların alegorik resmine dayanır: Baş altın, gövde ve kollar gümüş, karın ve kalçalar tunçtan, bacakları demirden, ayaklarının bir kısmı demirden ve bir kısmı balçıktandı.
İran mitolojisinde
Ahuramazda, Zerdüşt’e biri altın, biri gümüş, biri çelik ve gümüşün karışımı, dört meyveye sahip olan bir ağacın kökünü gösterir ve bunları, gelecek bin yılın dört bozulmuş devresi olarak izah eder. (s. 31)

Pavlus
İsrail tarihi bir birlik, bir günah birliğidir.
Hem Yahudiler, hem de Gentileler, günahkârdır ve Tanrı’nın gazabına teslim edilir,
Son (…) tarihin amacıdır. 
(Son) Tanrı’nın inayetidir ve sadece günahın güçlü olduğu yerde, inayet etkili olacaktır. (s. 45)

O halde günah ölümlü bedenlerinizde saltanat sürmesin,

…ışık dünyaya geldi fakat insanlar karanlığı ışıktan daha çok sevdiler.

Augustine
Akıl ruha sorar: “sen ne anlamak istersin? Tanrı’yı ve Ruh’u anlamak isterim.”
Augustine ile birlikte, gerçek öz yaşam öyküsü vücuda gelir. Onun İtiraflar’ı temel olarak monologdur. Tanrı’nın huzurundaki bir itiraftır.
Kendi arzusunda insan, Tanrı’nın iyi iradesine bizzat karşıtlık imkânına sahiptir. O kararlarında iyi ve kötü için özgürdür ve bu nedenle kendi tarihine sahiptir. Bu suretle, her irade ya da duygu eylemi, edimi önceden düşünülmemiş olan bir önem kazandı. (s. 62)

Hegel’in diyalektiği Marx tarafından materyalizmle değiştirildi.
Ona göre harekete geçiren güç zihin değil maddedir. (s. 69)

Kapitalizmin gerçek gelişimi (…) bütün ataerkil ve insani ilişkileri geçersiz kıldı.
Komünist Manifesto (…) dünyevileştirilmiş bir eskatolojidir.
Sömürü asli günahtır.
İlerleme inancı (…) 18. yüzyıl Aydınlanmasından çıkarılır.

(Hegel) Tarihin özü değişimdir.
…hakikat ve iyi vardır, fakat verili bir zamanda hakikat ve iyi olan, zamanın koşullarına tabidir. 

Tarihh, insan bilincini uyandırmayla, doğaya duyduğu ilgiyi kesmekle başlar. (s. 77)

İlerleme ve yıkım (ironi)

Tarih, doğanın inana bahşettiği bir doğal güçler oyunudur.

Erlebnis (tecrübe) hayatın akıldışı güçlerinin bilincinde olma anlamına gelir. (s. 84)

Her toplum kendi medeniyetine sahiptir ve bu biricik olduğu müddetçe, düşünce tarihinden bahsetmek ve tarihi, düşünce tarihi olarak anlamak imkânsızdır.

Hıristiyanlık, Helenistik toplumların düşüşünden doğdu. (s. 86-87)

Gelecek toplum, bütün dünyayı kuşatacak ve o tekil bir dünya görüşünde kuşatılacaktır. (s. 88)

İnsanın gerçek doğası, iyi ya da kötü olabilen iradesidir. Onun iyiliği, Tanrı’nın taleplerine itaatten ibarettir; onun kötülüğü, Tanrı’nın iradesine karşı itaatsizlik ve isyandır.

İnsan / doğası irade / ve iradesi kötüye meyyal / çünkü asli günahtır onun varoluşunun anahtarı / Sadece Tanrı’nın inayeti onu kötülükten özgürleştirebilir. (s. 95)

“Duygusallığın hazzı ve ruhun kurtuluşu arasında sadece tehlikeli bir seçim var.” Schiller

“Hiç kimse başkasına eşit olamaz. Herkes en yükseğe eşit olmalı
Nasıl gerçekleştirilmeli bu? Herkes kendisinde tekamül etmeli.” Schiller (s. 98-99)

Realizm
Zihin ve doğa arasındaki idealist ikiciliği kabul etmez,
Zihnin doğaya ait olduğunu kabul eder,
İnsanı doğal bir fenomen olarak anlar. (s. 100)

Tarihin değeri, insanın ne yaptığını ve böylece insanın ne olduğunu bize öğretmesidir.
İnsan nedir?
Cevap şöyle olmalıdır: İnsan temel olarak zihindir. Herhangi bir zihin incelemesi, onun etkinliklerinin incelenmesidir. (s. 126)

Bir şahsın edimini yargılamak, onu, onun niyetine atıfla yargılamak anlamına gelir. (s. 127)

Her kim yaşamını kurtarırsa, onu kaybedecek, her kim yaşamını yitirirse, onu bulacak. (s. 139)

Tarihte anlam, her zaman mevcut durumuna uzanır (…) her anda, eskatolojik anın varlık imkânı, uyur. Sen, onu uyandırmalısın. (s. 142)

Elis Yayınları
Kasım, 2006

Ankara

24 Nisan 2014 Perşembe

John R. Searle – Söz Edimleri

John R. Searle – Söz Edimleri

Dil felsefesi ile dilci felsefeyi birbirinden ayırıyorum. Dilci felsefe, belirli bir dildeki belirli sözcüklerin ya da başka öğelerin kullanımlarına bakarak felsefe sorunlarını çözme girişimidir.

Dil felsefesi ise dilin gönderme, doğruluk, anlam ve zorunluluk gibi dikkat çeken belli başlı yanlarına ışık tutan felsefi betimlemeler yapma girişimidir.
Bununla birlikte dil felsefesinin soruşturma yöntemi, a priori ve kurgusal olmaktan çok deneysel ve ussal olduğu oranda elbette onu varolan doğal dillerle ilgili olguları da hiç gözden kaçırmamaya zorlar.

Dilci felsefe bir yöntemin adıdır; dil felsefesi ise bir alanın adıdır. (s. 70)

Aslında bir sözcüğün ne anlama geldiğini bilmek demek de bu bilgiye sahip olmak demektir. (s. 73)

Kavramlarımız için ölçütler arama girişimleri (en doğru yorumuyla) aslında kavramlarımızı açıklama girişimidir.

Felsefenin temel görevlerinden birinin bu olduğuna inanıyorum. Benim burada söylemek istediğim, üstün tuttuğumuz bazı açıklama modelleri kimi kavramlarımızı açıklayamıyorsa, gitmesi gerekenin kavramlar değil, modeller olduğudur.

Bir dili konuşmak demek, kurala dayalı (son derece karmaşık) bir davranış girişiminde bulunmak demektir.

Bir dili öğrenip ona hâkim olmak demekse, (inter alia: Başka şeylerin yanında) bu kuralları bilmek ve onlara hâkim olmak demektir. (s. 79)

Bir yöntemin kendisine dayanarak yaptığı şey, altını çizmiş olduğum gibi, anadilini konuşan kişinin sezgileridir.

Bu sezgilerin doğruluğu gerçekten de gösterilebilir ama ancak başka sezgilerin yardımına başvurularak.

Bir dili konuşmak demek, söz edimlerinde bulunmak, yani bildirimde bulunmak, emir vermek, soru sormak, söz vermek vb. ile göndermede bulunmak ve yüklemek gibi biraz daha soyut edimlerde bulunmak demektir.

Bu edimleri olanaklı kılan, çoğunlukla dilsel öğeleri yöneten kurallardır; bu edimler de bu kurallara göre yerine getirilir.

Söz edimleri üzerinde yoğunlaşma gereğinin nedeni basitçe şu: Her dilsel iletişim dil edimleriyle olur. Dilsel iletişim birimi, genellikle sanıldığı gibi, simge, sözcük ya da tümce örneği değil, söz ediminde bulunurken simge, sözcük ya da tümce üretme ya da kâğıda dökme edimidir. (s. 83)

Benim dil kavrayışım eğer doğruysa, bir dil kuramı, konuşmak kurala dayalı bir davranış olduğu için bir eylem kuramının parçasıdır. (s. 84)

Ben söz edimleriyle ilgili, gereken niteliklere sahip bir soruşturmanın bir langue soruşturması olduğunu savunuyorum.

Dil felsefesi alanında yapılan çağdaş çalışmalarda, biri konuşma ortamlarında anlatımların kullanımları, öteki tümcelerin anlamları üzerinde duran en az iki çizgi ayırt etmek olanaklıdır. (s. 86)

‘Dile getirilebilirlik ilkesi’ diye anacağım, anlatılmak istenebilecek her şeyin dile getirilebileceği ilkesi bu kitapta bundan sonra ileri sürülecek savlar açısından oldukça önemlidir.

Bir dil bize, anlatmak istediklerimizi söylemek için sınırlı sayıda sözcük ve dizimsel yapı verir. Fakat belirli bir dilde ya da her dilde dile getirilebilirlikle ilgili bir üst sınırın, yani o belirli bir dilde ya da her dilde dile getirilemez düşüncelerin olması mutlak bir doğru değil, olumsuz bir durumdur. (s. 87)

İlki, dile getirilebilirlik ilkesi, dinleyen kişi üzerinde yaratılmak istenen bütün etkileri, örneğin yazınsal ya da şiirsel etkileri, duygulanımlar, inançlar vb. yaratacak bir anlatım ya da anlatım biçimi bulmanın ya da uydurmanın her zaman olanaklı olduğunu söylemiyor. Konuşan kişinin anlatmak istediği şeyi, onun dinleyen kişiler üzerinde yaratmak yöneliminde olduğu belli etkilerden ayırmamız gerekir.

İkincisi, anlatılmak istenebilecek her şeyin dile getirilebileceği ilkesi, söylenebilecek her şeyin diğerleri tarafından anlaşılabileceğini ileri sürmüyor; çünkü bu, özel dilin, yani konuşan kişi dışında başka herhangi biri tarafından anlaşılması mantıksal olarak mümkün olmayan dilin var olma olanağını ortadan kaldırır. (s. 88)

Söz ediminin temel iletişim birimi olduğu varsayımı, konuşan kişinin anlatmak istediği şey, sözcelenen tümcenin (ya da başka bir dilsel öğenin) taşıdığı anlam, konuşan kişinin yönelimleri, dinleyen kişinin anladığı şey ve dilsel öğeleri yöneten kurallar ile söz edimleri kavramı arasında bir dizi çözümleyici bağ olduğunu söylüyor bize. (s. 89)

Bir dili konuşmak demek, kurala dayalı bir davranış girişiminde bulunmak demektir. Daha anlaşılabilir bir biçimde dile getirmek gerekirse, konuşmak kurallara uygun davranışlarda bulunmak demektir. (s. 91)

Konuşan kişi en az üç farklı edimde bulunur:
a)    Sözcükler (biçimbirimler, tümceler) sözceler
b)    Gönderme yapıp yüklemede bulunur (önerme ediminde bulunmak)
c)    Bildirir, soru sorar, emreder, söz verir vb. (edimsöz ediminde bulunmak) (s. 93)

Austin’in etkisiz edimi kavramını eklemek istiyorum. Bu edimsöz edimi kavramıyla bağlantılı, edimsöz edimlerinin dinleyen kişilerin eylemleri, düşünceleri, inançları vb. üzerindeki sonuçlarını ya da etkilerini gösteren bir kavramdır. (s. 94)

Önerme edimleri tek başına karşımıza çıkmaz; yani bir insan bir kesinlemede bulunmadan, bir soru sormadan ya da başka bir edimsöz ediminde bulunmadan yalnızca gönderme ve yükleme edimlerinde bulunamaz.

Bir şeyi söylemek için sözcükler değil tümceler kullanılır, sözcüklerin ancak bir tümce bağlamında göndergeleri olur derken Frege’nin de anlatmak istediği budur.

Öncelikle nesnelere tümeller değil, anlatımlar yüklenir. (s. 95)

Gönderme bir söz edimidir; söz edimleri ise sözcükler değil, konuşan kişiler tarafından sözcükler sözcelenirken yerine getirilir.

Gönderme anlatımları üç çeşittir; özel adlar, belgili adlarla belgili betimlemeler bir de adıllar. (s. 98)

Bildirmek ve kesinlemek birer edimdir, ama önermelerin kendileri edim değildir. Önerme, kesinleme ediminde kesinlenen, bildirme ediminde bildirilen şeydir. Başka bir biçimde dile getirilecek olursa, bu kesinleme, bir önermenin doğruluğu konusunda (çok özel) bir güvence vermek demektir. (s. 99)

Sözcelenen içindeki önermeyi açıkça gösteren tümcecikler tam tümceler değildir. Dile getirilen bir önerme her zaman bir edimsöz edimi içinde dile getirilir. (s. 100)

Düzenleyici kurallar, önceden varolan bir etkinliği, varolması mantıksal bakımdan kuralların varolmasına bağlı olmayan bir etkinliği düzenler. Oluşturucu kurallar ise, varolması mantıksal bakımdan kuralların varolmasına bağlı olan bir etkinliği oluşturur (ve düzenler).

Düzenleyici kurallar, öteki kurallardan farklı olarak, emir tümceleri biçimini alır ya da emir tümceleri olarak dile getirilebilir. (s. 105)

Bir dilin anlam yapısı, altta yatan bir dizi oluşturucu kural kümesinin uylaşımsal gerçekleşimi biçiminde görülebilir; söz edimleri de başka edimlerden farklı olarak, anlatımların bu oluşturucu kural kümelerine uygun olarak sözcelenmesiyle yerine getirilen edimlerdir. (s. 108)

Bir şey söylemek ve onu anlatmak istemek bir edimsöz ediminde bulunma işidir. Bu etkisöz ediminde bulunma yöneliminin olması zorunlu değildir. (s. 116)

Anlatmak istemek, bir yönelim işi olmaktan fazla bir şeydir; hiç olmazsa kimi durumlarda bir uylaşım işidir. (s. 117)

Bir tümceyi sözcelemek ve onu anlamak istemek, şu üç yönelme işidir; a) dinleyen kişinin, birtakım kuralların belirttiği birtakım olguların geçerli olduğunu bilmesi (kavramasını, fark etmesini) sağlamaya yönelik (y-1); b) dinleyen kişinin bu şeyleri, y-1’i kavramasını sağlamak yoluyla bilmesini (kavramasını, fark etmesini) sağlamaya yönelik; c) dinleyen kişinin, sözcelenen tümceyle ilgili kurallara ilişkin bilgisinin bir sonucu olarak y-1’i kavramasını sağlamaya yönelmek. (s. 121)

Söz verme, söz verilen şey söz verilen kişinin yapılmasını istemediği bir şeyse kusurludur; ayrıca söz veren, söz verilen kişinin söz verilen şeyin yapılmasını istediğine inanmıyorsa söz verme yine kusurlu olur; çünkü kusursuz bir sözün, tehdit ya da uyarı olarak değil, söz verme yönelimiyle verilmesi gerekir. Dahası verilen bir söz, yapılan bir davetten farklı olarak, verilen bu sözden sözün talep ettiği bir durumu da gerekli kılar. Böyle bir durumun en önemli yanı, söz verilen kişinin bir şey yapılmasını istemesi (gereksemesi, arzulaması vb.) söz verenin de bu isteğin (gereksinimin, arzunun vb.) ayırdında olmasıdır. (s. 134)

Bu koşula içtenlik koşulu diyorum.
Söz vermenin temek özelliği, belli bir edimde bulunma yükümlülüğünün istenilmesidir. (s. 137)

İçten olmayan söz vermeler.
Konuşan kişi içten olmayan bir söz verdiğinde
Söz verdiği edimi gerçekleştirme yönelimi taşımaz. (s. 139)

Edimsöz gücü belirtme aracının kullanım kuralları:
-          Önerme içeriği kuralı
-          Hazırlayıcı kurallar
-          İçtenlik kuralı
-          Temel kural (s. 140)

1-    Edimin yerine getirilişi o ruhsal durumun bir dışavurumu sayılır. (s. 142)
2-    Edimde bulunmanın bir ruhsal durumun dışavurumu sayıldığı yerde, içten olmamak olanaklıdır.

Konuşan kişi, hazırlayıcı koşulları (hazırlayıcı koşulların yerine geldiğini) sezindirir, içtenlikli koşullarını (içtenlik koşullarının yerine geldiğini) dışa vurur, temel koşulu (temel koşulun belirttiği şey, her neyse) onu söyler. (s. 143)

Bir Söz Edimi Olarak Gönderme
…söylem içinde anılırlar, yani onlardan söz edilir. (s. 153)

Bir özel ad, adlandırılan şeyle ad arasında gerçekten fark varsa bir özel ad olabilir ancak. Bunlar aynı şeylerse adlandırma ve gönderme kavramlarını uygulamak olanaklı olmaz hiç. (s. 155)

Bir yüklem bir nesne için doğruysa, o nesneyle özdeş olan başka her şey için de, bu başka şeye göndermede bulunmak için kullanılan anlatımlar ne olursa olsun doğrudur. (s. 157)

Konuşan kişinin bir nesneyle göndermede bulunması demek, konuşan kişinin, dinleyen kişi için o nesneyi bütün öteki nesnelerden ayrı olarak belirlemesi ya da istenirse belirleyebilecek durumda olması demektir. (s. 159)

İnsan olguları hep bir anlamda nesneler hakkında diye görürse, varoluş önermelerinin önceliğini göremezse, hemen o geleneksel töz anlayışına çıkan yola girer.

Wittgenstein, Tractatus’ta nesnelerin olgulardan bağımsız olarak adlandırılabileceğini, olguların nesne bileşimleri olduğunu söylerken, olgular ile nesneler arasında, artık daha başak bir ayrıma indirgenemez böyle bir metafizik ayrım yapmaktaydı. Bu bölümün amaçlarından biri de onun bu kuramını doğrulayan bir dilin olanaklı olmadığını göstermektir; nesneler olgulardan bağımsız olarak adlandırılamaz. (s. 176/177)

Yükleme
Frege: Kavram ve Nesne
1-    Frege, bir gönderme anlatımı ile bir yüklem anlatımının işlevleri arasında o can alıcı ayrımı çizerken yerinde bir şey yapıyordu.
2-    Yüklem anlatımlarının da göndermede bulundukları savında direttiği için getirdiği açıklama bir çelişmeyle son bulmuştur. (s. 200)

Tümeller
Dünyadaki olguların yardımına başvurularak belirlenemezler; amaca uygun anlamları olan anlatımlar sözcelenerek bilinebilirler. Sözün kısası, tümellerin olgular yoluyla değil, anlamlar yoluyla belirlendiklerini söyleyebiliriz. (s. 204)

Yükleme edimini göndermenin bir türü ya da bir benzeri olarak görmek Batı felsefesi tarihinin en yaygın yanlışlarından biridir. (Aristoteles mantığına karşı ciddi itirazlar görüyoruz burada) (s. 210)

Yükleme edimini ‘sorunu gündeme getirmek’ aracılığıyla tanımlamak, onun apayrı bir edim olduğu anlamına gelmez; onun, belli/belirli bir içeriğin yer aldığı bütün edimsöz edimlerinin ortak olduğunu gösterir yalnızca. (s. 215)

Günümüz Felsefesinin Üç Yanılgısı
Doğalcılık Yanılgısı
Bu, genellikle betimsel diye nitelenen bir bildirimi sıkı gerektirmesinin olanaksız olduğunu sanma yanılgısıdır. (s. 222)

Yapmak istediğim şey, betimsel bildirimlerden değerlendirici bildirimler elde etmenin olanaksızlığını ortaya koymak için verilen örneklerin bütünüyle betimsel bildirimlerden değerlendirici bildirimlerin elde edilebildiği örnekler olduğunu göstermek. (s. 223)

Söz Edimi Yanılgısı
Kesinleme Yanılgısı

Gönderme Sorunları
Bir önerme edimi, hiçbir koşulda bir edimsöz edimi olan kesinleme edimiyle özdeşleştirilemez; çünkü bir önerme edimi ancak bir edimsöz ediminin bir parçası olarak ortaya çıkar, asla tek başına bulunmaz. (s. 254)

İçinde belgili bir betimleme geçen her edimsöz edimini içinde bir kesinleme geçiyor diye yorumlamak saçmadır. (s. 257)

Özel Adlar
Ad nesnenin yerine geçer.
Bu söylenenler doğru olmakla birlikte hiçbir şeyi açıklamaz. ‘Yerine geçer’ ile anlatılmak istenen nedir? Özel adların bir anlamı var mıdır? (s. 257/258)

Özel adların anlamları yoktur, adlandırılanları vardır ama çağrışımları yoktur.

Bir belgili betimlemenin bir nesneye uyduğunu bilmek demek, o nesneye ilişkin bir olguyu bilmek demektir. Oysa adını bilmek demek onunla ilgili bir olguyu bilmek anlamına gelmez. (s. 258)

Biz özel adları betimlemek için değil göndermede bulunmak için kullanırız. Özel adlar hiçbir şeye yüklenemezler, bunun için de anlamları yoktur.

“Ad nesneyi anlatır, nesne onun anlamıdır.”
Tractatus

Sözcüklerin anlamı dünyadaki olumsal olgulara bağlı olamaz, çünkü biz olgular değişse de dünyayı betimlemeyi sürdürebiliyoruz. Oysa sıradan nesnelerin varlıkları olumsaldır. Demek nesnelerin adları, aslında gerçek ad değil! Varlıkları olumsal olmayan bir nesneler sınıfı, olsa gerek; ancak onların adları gerçek adlar olabilir. Peki, bu ne anlama geliyor?

Burada bütün metafiziğin ilk günahın açık bir örneğini bir kez daha görmekteyiz: Dilin gerçek ya da sözde özelliklerini dünyaya yakıştırmak. (s. 259)

Bütün söz vermeler, kişinin kendini, söz verdiği şeyi yapma konusunda bir yükümlülük altına sokması edimidir. (s. 275)

Değerler, içinde yaşadığımız dünyada yer alamazlar; çünkü olsalardı değer olmaktan çıkar, dünyanın bir parçası haline gelirlerdi. (s. 282)


Sunum ve Çeviri: R. Levent Aysever
Ayraç Yayınları
Nisan 2000, Ankara