28 Eylül 2014 Pazar

Immanuel Wallerstein

Dünya Sistemi Kuramı

1930 yılında New York’ta doğdu. Öğrenimini Columbia Üniversitesi’nde tamamladı. 68 hareketi içinde yer aldı. 1970’lere kadar çalışmaları Afrika kıtasının ekonomik ve politik meseleleri üzerine odaklanmıştır.
1994-1998 yılları arasında Uluslararası Sosyoloji Derneği’nin başkanlığını yapmıştır.
Wallerstein’ın Modern Dünya Sistemi adlı çalışması, toplumsal değişme konusunda sosyal bilimler yazınında bugüne kadar geliştirilen en önemli yaklaşımlarından biri olarak kabul edilmektedir.
Dünya sistemi yaklaşımında temel olarak bütüncül bir bakış açısıyla kapitalizmin, ulusal temelden ziyade ulus-devletleri aşan, küresel çapta örgütlenişini ve bir dünya sistemi olarak yayılmasını analiz etmiştir. Wallerstein’a göre 16. yüzyılda Batı Avrupa’da ortaya çıkan kapitalizm sürekli bir sermaye birikimi arayışı ile dünya çapında yayılmış; kendine has bir işbölümü olan bir dünya ekonomisi yaratmıştır. Bu dünya ekonomisi merkez, çevre ve yarı çevre arasında eşit olmayan ve hiyerarşik işbölümü ile varlığını sürdürmektedir.
Wallerstein’ın entelektüel duruşundaki en önemli noktalardan biri değerden arınmış bir tarihsel çalışma yapmanın imkânsız olduğunu iddia etmesidir. Ona göre her bir kavramsal çerçevenin seçimi doğrudan politik duruşa göre belirlenir. Gerçeğin ne olduğuna dair geliştirilen her iddia aslında bir değere bağlı olarak geliştirilen iddiadır.

Wallerstein’ın Sosyal Bilim Anlayışı
Bir Geçiş Çağında Entelektüeller adlı çalışmasında “iki kültür” olarak da adlandırdığı bilimsel bilgi ve felsefi/beşeri bilgi ayrımının aslında modern dünya sisteminin ideolojik çerçevesine uygun olarak icat edilen bir kavram olduğunu iddia eder.
Wallerstein’a göre değerden arınmış ya da değer-tarafsız akademisyen/bilim insanı miti, eşit haklara sahip yurttaşlar, serbest Pazar ve egemen devletlerle birlikte modern dünya sisteminin işleyişi için gerekli olan mitler arasında yer alır.
Batı ya da Avrupa merkezli sosyal bilim anlayışının değiştirilmesi gerektiğini iddia eder. Wallerstein’a göre böylesi bir anlayış kendisi dışında kalan coğrafyalardaki ekonomik-tarihi süreci kavramsallaştıramamakta, adeta bu toplumları tarihsiz toplumlar olarak göstermektedir.
Wallerstein sosyal bilimler içindeki ayrımların (modern-geleneksel, gelişmiş-geri kalmış vs.) yapay olarak oluşturulmuş ayrımlar olduğunu belirtir ve dünya sistemi analizinde bu ayrımları ortadan kaldıracak yöntemsel önermelerde bulunur.
Wallerstein kendisinin entelektüel gelişimini etkileyen düşünürler arasında Karl Marx, ikisi de iktisatçı olan Joseph Schumpeter (1883-1950) ve Karl Polanyi (1886-1964) ve Fransız tarihçi Fernand Braudel’i (1902-1985) sıralamaktadır.
Fernand Braudel, Anneles Okulu’nun kurucularındandır. Anneles Okulu temel olarak olay ya da vaka merkezli çalışmalar yerine tarihsel yapıların uzun dönemde incelenmesi yaklaşımını getirerek tarih alanında yapılan çalışmaları tamamıyla değiştirmiştir. Braudel’e göre uzun dönem- longue durée, değişimin yavaş olduğu tarihsel süreçtir.
Braudel gibi Wallerstein’ın çalışmaları da uzun dönemleri kapsamaktadır.
Benzer biçimde Wallerstein modern kapitalizmin kökenlerini ve kapitalist yayılmanın neden ve sonuçlarını küresel düzeyde açıklamaya çalışmıştır. Son olarak, Wallerstein da Braudel gibi disiplinler arasındaki ayrıma özellikle tarih ve sosyolojiyi birbirinden ayıran geleneksel yönteme karşı çıkmıştır.
Wallerstein, bu yanlış ikili karşıtlık yerine beşeri bilimlerle ilişkilendirilen idiografik epistemoloji ve fen bilimleri ile ilişkilendirilen nomotetik epistemolojinin birlikte kullanılmasını önerir.
Wallerstein, Polanyi ve Schumpeter gibi ekonomik gelişmenin tarihsel bir açıklamasını yapar. Ekonomik gelişmelerle toplumun diğer alanlarındaki dönüşümlerin ilişkisini kurmaktadır.
Wallerstein’ın geliştirdiği model ister tekil ulus devletler olsun isterse de dünya sistemi olsun bütün toplumsal sistemlerin çatışma temelinde oluştuğu, varlığını sürdürdüğü ve yıkılacağı varsayımına dayanmaktadır. Marx’ta temel sömürü ilişkisi burjuvazi ve proleterya-işçi sınıfı arasındaki ilişkidir. Fakat Wallerstein,
Marx’tan farklı olarak bu sömürü ilişkilerini ulus devletleri aşan bir dünya sistemi içinde merkez, çevre ve yarı çevre arasındaki ilişkiler olarak ele almıştır.

DÜNYA SİSTEMİ ANALİZİ
Dünya sistemi “kapitalist iktisadi sistemin merkezden periferiye (çevreye) doğru büyümesini ve bu büyümenin kapitalist toplumlar ile pre-kapitalist toplumlar üzerindeki benzer etkilerini anlatan bir tarihsel açıklama” olarak tanımlanır.
Wallerstein’a göre 19. yüzyılda devlet ve toplum kavramları birbirlerinin karşıtı olarak kurulmuştur. Bunun sonucunda ise ulus devletlerin toplumsal hayatın kurulduğu temel yapılar olduğuna dair yaygın bir düşünme biçimi gelişmiştir.
Devletlerin sınırları içindeki faktörler -toplumsal, kültürel- içsel faktörler olarak, dışındakiler ise dışsal faktörler olarak ele alınır. Wallerstein bu durumun hem toplumsal tarihin yanlış açıklanmasına hem de gelecekteki değişimlere dair yapılacak yanlış varsayımlara neden olacağını iddia eder.
Bu nedenle, Wallerstein devlet ve toplum yerine tarihsel bir sistem olan “dünya sistemini analiz birimi olarak önerir. Ayrıca tarihsel olarak kavranan bir dünya sistemi ile modern toplumsal değişme incelenebilir ve açıklanabilir.
Wallerstein’a göre dünya bağımsız toplumların ya da ulus devletlerin toplamından başka bir şeydir. Bu nedenle dünya sistemi sosyal bilimcilerin temel analiz birimi olmalıdır. Bütüncül olarak ele aldığı dünya sistemleri aşiret toplumlarından ya da uluslardan farklıdır. Dünya sistemleri kendi sınırları içinde çeşitli kültürleri ve uyumlu bir bütün oluşturabilmek için en küçük birimlerin içine dâhil olabileceği genişleyen bir uluslararası işbölümünü barındırır.

Dünya İmparatorlukları ve Dünya Ekonomileri
Wallerstein tarihsel olarak bakıldığında dünya imparatorlukları ve dünya ekonomileri olmak üzere iki tane dünya sisteminin var olduğunu belirtir.
Dünya imparatorlukları kendi bütünlüklerini kurdukları askeri ve politik hâkimiyet üzerinden sağlamaktadırlar ve yönetim biçimleri de bu anlayışa dayanmaktadır.
Dünya ekonomileri ekonomik değişim üzerine yapılandırılmıştır ve bu durum politik olarak tanımlanmış sınırların ve herhangi bir devletin kontrolünün dışındadır. Dolayısıyla dünya ekonomilerindeki bütünleşmeyi sağlayan güç siyaset değil ekonomidir.
Siyasal bütünleşmeden yoksun olmak dünya ekonomileri için avantajlı bir durumdur. Çünkü merkezi denetimin yokluğundan ötürü, ekonomik aktörlerin daha fazla hareket özgürlüğü vardır, bu da onların servet biriktirme ve küresel ölçekte birikimi geliştirme fırsatlarını güçlendirir.
Wallerstein’ın dünya sistem analizinin belli başlı ilkeleri:
1. İşbölümü ve sınıfsal bölünmeler evrensel olgulardır. Wallerstein 20. yüzyılda bu durumun tarihsel gelişiminin ve kapitalist sistemin yayılmasının detaylı analizini yapmıştır.
2. Hâkim olan unsur siyaset değil ekonomidir. Politik bölünmeler ekonomik gereksinmelere hizmet eder ve politik hâkimiyet gelişmeye engel bile olabilir.
3. Dünya sistemi merkez, yarıçevre ve çevreden oluşmaktadır. Bu ayrımlar ulusal gibi görünmekle beraber aslında daha çok bölgesel ayrımlardır.
4. Değişim süreklidir ama tek yönlü ve doğrusal değildir.

KAPİTALİST DÜNYA EKONOMİSİ
Wallerstein’in dünya sistemi yaklaşımında kapitalizm on altıncı yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan ve oradan giderek yayılan bir dünya sistemi olarak analiz edilir.
Kapitalist dünya ekonomisi kârın maksimize edilmesi amacıyla üretimin yapıldığı tek üretim biçimidir.
Wallerstein 16. yüzyılda modern dünya kapitalist sisteminin ortaya çıkışını üç durumla açıklar:
1. Keşifler ve sömürgeleştirme sonucunda dünya coğrafyasının yayılması, genişlemesi
2. Farklı coğrafi bölgelerde farklı emek kontrol yöntemlerinin gelişmesi
3. Uluslararası ekonomik ticarette, kendi avantajları adına, istedikleri koşulları zorla kabul ettirme gücüne sahip olan yeni güçlü devletlerin gelişmesi.
Batı’nın Batılı olmayan çeperleri (çevreyi) sömürerek daha büyük bir üstünlük elde ettiği düşüncesi, Wallerstein’ın sentezinin temelini oluşturmaktadır.
Sömürgeleştirilen topraklardaki kaynaklara el konulması Avrupa’yı zenginleştirirken aynı zamanda dünya üzerindeki denetim alanlarının genişlemesini sağlamıştır. Bu durum Wallerstein’ın çevre diye adlandırdığı yoksul, geri kalmış ve kendi gelişimini neredeyse sağlayamayacak olan toplumların ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Kapitalist dünya ekonomisinin en çok sömürülen parçası çevredir ve kapitalizmin zenginliği merkez ülkelerdeki işçi sınıfının sömürüsüne değil çevre ülkelerin sömürüsüne bağlıdır.
Kapitalist devletler, piyasaya karışmaktan sakınan devletler değil, kârları azamileştirmeye yardım eden devletlerdir. Kendi kapitalistlerini koruyamayan devletler, kapitalist dünya sisteminin bir parçası olarak kaldıkları sürece sermayelerini kaybederler. Kapitalizmin başarısı çekirdek ile çeper arasında bir işbölümünün yaratılmasına ve sürdürülmesine bağlıdır.

Merkez, Çevre ve Yarı Çevre
Tarihsel olarak bakıldığında ilk olarak Kuzeybatı Avrupa merkez konumuna gelmiştir. Günümüzde ise Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Japonya ve benzer endüstrileşmiş ulus devletler merkez konumdadırlar. Dünya zenginliğinin büyük bir kısmı merkezin kontrolü altındadır.
Çevre, hammaddeleri nedeniyle sömürülür ve bu hammaddeler merkeze ihraç edilir. Bugün, dünyadaki en kötü çalışma koşulları çevre ülkelerdedir. Başlangıçta Doğu Avrupa çevre konumundayken günümüzde Afrika, Karayipler, Orta Amerika ve diğer üçüncü dünya ülkeleri çevre konumundadırlar. Çevrede ilerleme ve gelişmenin olmamasının nedeni, onların ekonomik ve politik olarak merkeze bağımlı olmalarıdır. Bir başka deyişle çevrenin geri kalmışlığı uygulanan ekonomi politikalarının sonucudur. Bu ekonomi politikaları çevreyi sadece hammadde ihraç edici konumda tutmaya ve ürettikleri kârın kendileri tarafından kullanılmasını engellemeye yöneliktir.
Dünya sistemi içinde çevre bir ülkenin yarı çevre konuma geçmesi uyguladığı gelişme stratejilerine bağlıdır. Dünya pazarlarının daralma dönemlerinde, kırılgan yapılarından dolayı çevre ülkelerinin ekonomisi çok çabuk bozulur. Wallerstein bu durumun çevre ülkeler için yarı çevre olabilmek adına bazı durumlarda bir fırsat olabileceğini belirtir. Böyle bir süreç ithalata dayalı üretim programlarıyla aşılabilir.
Merkez ülkelerde yeni gelişen endüstrilerin korunması, tekelcilik karşıtı yasalar gibi girişimciliğin üzerindeki siyasi sınırlamalar, buradaki girişimcileri başka yerlerde yatırım yapmaya yöneltir.
Wallerstein son strateji olarak sıkı bir şekilde uygulanan ve ekonomik bağımsızlığın da içinde olduğu bir gelişme stratejisinin, yalnızca ekonomik gelişmeyi değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasi gelişmeyi de sağlayabilme olanağının olduğunu belirtir. Fakat Wallerstein böylesi bir stratejinin ancak çok az çevre ülke için uygulanabilir olduğunu belirtir.
Yarı çevre ekonomik ve politik olarak merkezden güçsüz ama çevreden daha güçlü konumdadır. İlk olarak Akdeniz Bölgesi yarı çevre olarak gösterilmektedir.
Günümüzde ise Doğu Avrupa, Meksika ve Güney Amerika’nın bazı bölümleri yarı çevre konumundadırlar. Yarı çevre modern dünya sisteminde politik istikrarın sağlanmasında önemli bir rol oynamaktadır. Çevreden merkeze doğru oluşabilecek bazı politik protestoları karşı tampon görevi görür ve böylelikle tamamıyla kutuplaşmış bir dünya sisteminin gelişmesini engeller.
Yarı çevre konumundan merkez konumuna geçişteki kilit nokta, bir ülkenin daha düşük üretim maliyetleri ile üretim yapabilmesini sağlayabilecek gelişmiş teknolojiye yaslanabilecek bir pazara sahip olmasıdır.
Yarı çevre bir ülkenin pazarını genişletmesi için:
1) Ulusal sınırlarını genişletebilir,
2) İthal ürünlere karşı uygulayacağı gümrük tarifeleriyle iç pazarı elinde tutabilir,
3)  Ulusal ürünlere sağlanan destekleme politikaları ile üretim maliyetlerini düşürebilir.
4) Devlet ya da diğer kurumlar, ideoloji ve propaganda aracılığı ile yerel tüketicinin zevklerini, beğenilerini yönlendirebilir.

Wallerstein dünya sisteminde yaşanan dönüşümlerin analizini yaparken K-döngüsü ya da Kondratieff döngüsü olarak adlandırılan yaklaşımı kullanır.
Her bir Kondratieff döngüsü yaklaşık olarak 50-60 yıl sürer; büyüme ve durgunluk dönemleri sırayla birbirini takip eder. Sömürü ve birikim her bir dönemde temel itici gücü oluşturur. Buna göre her bir dönemde şunlar gerçekleşir:
1) hâkim olan kapitalist biçim değişir,
2) işbölümü yayıldıkça coğrafi sistem genişler ve
3) merkez ve çevre de özgül devletler ortaya çıkar.

Wallerstein’a göre dünya sisteminde dört dönemden söz edilebilir:
Birinci dönem 1450 ile 1640 yılları arasında gerçekleşmiştir. Bu dönemin en önemli özelliği feodalizm ve dünya imparatorluklarından ulus devletlere geçiştir.
Bu dönemde tarımsal kapitalizm hâkimdir.
İkinci dönem 1640 ile 1750 yılları arasında yaşanmıştır ve bu süre içinde 80 yıl süren durgunluk dönemi olmuştur. Kolonileşme ile coğrafi yayılma gerçekleşmiştir.
Üçüncü dönemin başlangıcında endüstri devrimi yer almıştır.
Endüstriyel kapitalizm hâkim olan biçimdir
Dördüncü dönemde İngiltere başta sömürgecilik karşıtı hareketler olmak üzere birkaç faktörden dolayı merkez konumunu kaybetmiş ve yerine Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri merkez konumunu elde etmiştir.
Hegemonik ya da lider konumunda olan devletlerin sınırlı bir ömrü vardır.
Hegemonik devlet, kendi konumunu koruyabilmek için önce askeri gücüne başvurmak durumunda kalır.
Wallerstein’a göre ise askeri gücün kullanılması, yalnızca güçsüzlüğün işareti değildir aynı zamanda gelecekte ortaya çıkacak olan çöküşünde işaretidir. Wallerstein bu kavramsallaştırmasını Amerika Birleşik Devletleri’nin 1960’lardan sonra gerilemeye başlayan konumunu açıklamak için kullanır. O tarihten itibaren kapitalist özgürlüğün artmasıyla beraber küresel şirketler güçlenmeye başlamıştır.

GEÇİŞ SÜRECİ OLARAK KÜRESELLEŞME
Günümüz devletleri sosyal hizmet sunma anlamında bir kriz yaşamaktadırlar. Devletler vergi indirimi baskısı ile bu hizmetlerin sürdürülmesi arasında sıkışıp kalmışlardır. Bütün bunlar ise sermaye birikimi krizine ve bunalımına yol açmaktadır.
Wallerstein’a göre dünya sistemi kapitalist işbölümü ile birbirine bağlanmıştır. İşbölümünün en temel özelliği ise sömürüye dayanmasıdır. Sömürü kapitalizme esas bir durumdur.
Merkez ülkelerdeki işçilerin sömürüsünün işçi hareketleri, yasalar vb. nedenlerle sınırlı olması girişimcileri sömürünün daha yüksek olduğu diğer işgücü piyasalarına yöneltir. Wallerstein bu durumu sömürünün ihraç edilmesi olarak tanımlar.
Kapitalizmin işleyişi güçlü devletler aracılığı ile sağlanabilir.
Wallerstein, tamamen serbest pazarların olduğu bir sistemde kâr sağlanamayacağını iddia eder.
Kapitalizmin gerçek anlamda kâr yapabilmesi için ihtiyaç duyduğu şey nispi tekellerdir.
Öyle bir durum yaratmalısınız ki çok fazla sayıda satıcı olmamalı ve bu satıcıların statüleri az çok korunabilmeli. Bu serbest bir pazar değildir; kapitalizm devlete muhtaç. İşin aslı, devletler kapitalizme bu şekilde yardım etme yeteneklerini artık gerçek anlamda yitirmeye başlıyorlar.
Günümüzde dünya sistemi duraklama dönemindedir ve bu duraklama dönemini aşmasını engelleyen üç tane yapısal kriz bulunmaktadır.
Bunlardan birincisi, dünya üzerinde sömürünün ihraç edilmesini sağlayacak yer kalmamıştır, sistem coğrafi olarak yayılmanın sınırlarına ulaşmıştır.
İkinci olarak, krizden çıkmanın yollarında birisi ya ücret artışlarıyla ya da vergi indirimi yoluyla orta sınıfın harcama gücünü artırmak olarak görülmektedir.
Fakat orta sınıfın bu artan ücretlerinin maliyetleri devletler ve şirketler için çok yüksek olmaya başlamıştır.
Üçüncü sırada yapısal kriz olarak daha önce dışsal maliyetler olarak bahsedilen hammaddenin tükenmesi ve çevre kirliliği yer almaktadır. Çevre kirliliği ile baş edebilmenin maliyetleri hükümetler için oldukça yüksek olmaktadır.
1968 isyanını önemli bir dönüm noktası olarak ele alır. Ona göre bugünkü dünya sisteminin sonu o tarihlerde başlamıştır. Bu süreç, Kondratieff döngüsüne göre geçiş ve belirsizlik dönemidir.
Wallerstein, bu geçiş döneminin belirsizliğine dair yapısal ve kültürel göstergelerden söz eder. Kültürel gösterge olarak fen bilimlerinde kaos kuramının, sosyal bilimlerde ise postmodern sosyal teorinin ortaya çıkışı geçiş döneminin belirsizliğine işaret etmektedir.
Geçiş döneminin belirsizlik ve karmaşıklığını işaret eden iki tane yapısal gösterge vardır. Bunlar finansal spekülasyon ve küresel düzeyde örgütlenen yeni sistem karşıtı hareketlerdir. Üretim maliyetlerinin artması nedeniyle kâr oranlarının düşmesi, yatırımcıları üretim alanından finans alanına yöneltmiştir.
Wallerstein sistem karşıtı hareketleri üç tane eski ve üç tane yeni olmak üzere iki grupta incelemiştir. Eski sistem karşıtı hareketler 1848 ile 1968 yılları arasında gerçekleşmiştir ve bu grupta yer alan hareketlerin üçü de iktidara gelmiş hareketlerdir. Batı’da sosyal demokratlar, Doğu’da komünistler ve Güney’de ulusal kurtuluş/bağımsızlık hareketleri eski toplumsal hareketler olarak iktidarın ele geçirilmesini hedefleyen hareketlerdir. 1968’den sonra ise yeni sistem karşıtı hareketler ortaya çıkmıştır.
Bunlar Batı’da “yeni toplumsal hareketler” Doğu’da “anti-bürokratik” hareketler ve Güney’de “Batılılaşma karşıtı” hareketlerdir.
Wallerstein “sistem karşıt hareketler”in başarılı olabilmeleri için, geçiş sürecinden sonra ne tür alternatif yeni toplumlar ortaya çıkabileceği konusunda entelektüellerin ve akademisyenlerin önemli bir role sahip olduklarını vurgulamaktadır.

SONUÇ
Wallerstein yaygın mal üretimi, kâr amacıyla yapılan girişimler, ücretli emek ve yüksek teknoloji gibi unsurları ön-kapitalizm olarak adlandırmaktadır. O’na göre bu unsurların varlığı tarihsel bir sistemi kapitalist bir sistem olarak tanımlamak için yeterli değildir. Kapitalizmin ayırt edici özelliği, kesintisiz sermaye birikimi ve bu birikimin yapılmasını sağlayan bir yapıya sahip olmasıdır. 16. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan bu sistem bütün dünyaya yayılmıştır.
Wallerstein’ın yaklaşımı Robert Brenner tarafından eleştirilmiştir. Brenner’a göre Wallerstein’ın açıklamada temel sorun sınıf ilişkilerine yer verilmemesidir.
Wallerstein’a getirilen bir başka eleştiri modern dünya sistemi üzerine yaptığı çalışmalarda kültürel farklılıklara yer vermemesidir.
Wallerstein önemli olanın ekonomi siyaset ya da kültür gibi ayrı ayrı alanları incelemek olmadığını; bütün bunların tek bir sürecin parçası olduğunu belirtmektedir.
Wallerstein’a göre modern dünyayı inceleyen üç ana bilim dalı vardır: ekonomi, pazarı, siyaset bilim, devleti; sosyoloji de sivil toplumu çalışır... Bugünün ana entelektüel sorunlarından biri bütün bunlardan bileşik süreçler olarak bahsedebileceğimiz bir dil oluşturmaktır.

---
Çağdaş Sosyoloji Kuramları
Editör: Prof.Dr. Aylin Görgün Baran & Prof. Dr. Serap Suğur

Anadolu Üniversitesi, 2012

Ernesto Laclau & Chantal Mouffe

Postmarksizm ve Radikal Demokrasi

Postmarksizmin kuram olarak ortaya çıkışı ve popülerleşmesi, Laclau ve Mouffe’un birlikte yazdığı ve ilk olarak 1985’de yayımlanan “Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru” adlı eser sayesinde olmuştur.
Postmarksizm, ideoloji ve politikayı ekonomi ve sınıfsal ilişkilerden uzaklaştıran bir yaklaşım olarak, aslında Marksist teorinin belli ilkelerinin reddi olarak karşımıza çıkar.
Bu aşırı sorgulayıcı ve postmodern felsefeden etkilenen yaklaşımlar, kapitalizmin erken aşamalarında etkili olan sınıf kategorisinin artık öneminin kalmadığına işaret etmektedir. Bu bakış açısına göre, artık günümüz toplumları sınışı toplumlar değildir.
Marksizmin klasik öncüllerinden uzaklaşmayı öneren Postmarksizm; bu kavramların yerine yeni toplumsal hareketler, radikal demokrasi, kimlik ve farklılık, özne konumları, söylem, eklemlenme, rastlantısallık vb. kategoriler önermektedir.
Birey yalnızca bir emek-gücü satıcısı değil, diğer pek çok toplumsal ilişki yoluyla sermayeye bağımlı hale gelmiştir ve kapitalist üretim ilişkilerinin her yere nüfuz edişi toplumsal yaşamın metalaşmasma yol açmıştır
Kapitalist toplumsal düzenin dayandığı özgül ilişki yerini sömürü ilişkilerinden tabiiyet ilişkilerine bırakmıştır.
Laclau ve Mouffe, günümüzde yaşanan kapitalist gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan küreselleşme, bürokratikleşme, toplumsal hayatın metalaşması ve homojenleşme süreçlerinin “yeni toplumsal hareketleri” ortaya çıkardığını öne sürmektedirler.
Bu anlayışa göre, Marx burjuva ve proleterya arasında gelişen “yeni orta sınıf”ı tamamen ihmal etmiştir.
Laclau ve Mouffe’a göre sınıf çatışması ortadan kalkmıştır, bu çatışmanın yerine zaman zaman baskıcı olan bir devlet karşısında sivil toplum, yani halk arasındaki çatışma geçmiştir.
Postmarksizm kuramının temel varsayımları:
1) Sınıf kavramı yerini vatandaş, azınlıklar, farklı kimlikler, özne konumları,
‘öteki’ler ve bireylere bırakmıştır.
2) Marksizmdeki ekonominin toplumsal alandaki her şeyi belirlediği ekonomik indirgemeci anlayış terk edilmelidir.
3) Günümüz toplumlarında “sınıf” gibi evrensel kimlikler ve nesnel çıkarlardan söz edilemez.
4) Eşitlik ve özgürlük idealine Radikal Demokrasi Projesinin dayandığı burjuva demokrasinin derinleştirilmesi ve genişletilmesiyle ile ulaşılabilir.
5) Radikal demokrasi stratejisi toplumsal olguların tamamlanmamış ve açık bir karakteri olduğundan hareket etmektedir. Toplumsal olan tarihseldir, önceden belirlenemez. Radikal demokrasi, bu öznelerin çoğullaşmasını ve birey merkezli hakları temele alır ve herkese uyabilecek bir evrensellik fikrini reddeder.
6) “Toplumsal” olan her şey söylemseldir. İdeolojik ve politik çıkarlar ancak, söylem yoluyla kurulabilir. Siyaset, güncel duruma uygun olarak çoğullaşmış özne konumlarını eklemleyecek hegemonik bir pratik olarak kavranmalıdır.

MARKSİZM ÜZERİNE ELEŞTİRİLER
Postmarksist kuram, Marksizmin temel ilkeleri olan;
1. Üretim tarzı ve ilişkilerinin siyasal alandaki belirleyiciliği,
2. Bir bütünsellik olarak toplum kategorisi,
3. İşçi sınıfının toplumsal değişimdeki ayrıcalıklı konumu ve öncülüğü,
4. Proletarya diktatörlüğü,
5. Sosyalizme politik bir devrimle ulaşılacağı,
6. İdeoloji ve politika gibi üstyapısal unsurların son kertede ekonomik ilişkiler tarafından biçimlendirildiği,
7. Tarihin sınıf mücadelesi ve onun kaynaklık ettiği emek-sermaye çatışması
(antagonizmalar) ekseninde oluştuğu gibi temel ilkelerin sorgulanması noktasından hareketle Marksizmi eleştirmektedir.
Postmarksizme göre, Marksizmin yaptığı gibi özne konumları çoğulluğunu sınıf sorunlarına indirgemek yerine, toplumsal çoğullukların varlığı ve bunların birbirine indirgenemezliği kabul edilmelidir.
Bu anlamda postmarksizmin temel dayanakları,
a) evrensel olarak kurulmuş sınıf birliği inancının reddi;
b) toplumun kuruluşunun söylemsel pratiklerle oluştuğunun kabulü ve
c) toplumsal karşıtlıkların işçi-burjuva çelişkisi yerine daha geniş alanlara yayıldığının kabulüdür. Bu üç temel özellikle bağlantılı olarak önerilen siyasal yapı ise, sosyalizm ya da liberalizm ve onların demokrasi anlayışları yerine, radikal bir demokrasidir.

POSTMARKSİZMİN TEMEL KAVRAMLARI

Söylem
Postmarksist düşünürler, post-yapısalcı kuramdan derinden etkilenmiş ve kuramın temel ilkelerini post-yapısalcı anlayışa dayandırmışlardır. Toplum, özne konumları ve söylemler öbeğine dönüşmüştür. Buna göre, bir sınıfa kimliğini sadece bir hegemonik formasyon içindeki eklemlenişi vermektedir. Bu anlamda kimlik ya da Laclau ve Mouffe’un deyişiyle özne konumları sabit ve kararlı olmayıp tamamen ilişkiseldir. Siyaset ise, hegemonik pratikler yoluyla kurulacak özne konumlarına dayanmaktadır.
Laclau ve Mouffe hegemonyanın alanını artık farklı tikelliklerin bir arada bulunduğu bir alan olarak değerlendirir.
Postmarksizme göre, siyasal ve ekonomik çıkarlar maddi pratikten türemezler, söylemsel pratikler yoluyla oluşturulurlar. Dolayısıyla, söylemsel pratikler, çıkarları inşa etmenin ve politika yapmanın temel araçlarıdır.
Tüm nesneler söylem nesneleri olarak oluşmuştur ve her söylem maddi bir karaktere sahiptir. Buna göre, söylem dışında tanımlanabilecek hiçbir özne, hiçbir sabit kimlik, hiçbir mutlak çıkar, hiçbir belirleyici koşul, hiçbir çelişki ve mücadele, hiçbir zorunlu ilişki yoktur.

Hegemonya
Hegemonya, herhangi bir kurucu öznenin ya da merkezin ürettiği bir iktidar değildir. Hegemonya, Marksist anlamda basitçe sınıfların bir sınıfın (işçi sınıfı) önderliğinde bir araya gelmesi değil, karmaşık toplumsal formasyonu farklı ve çeşitli mücadeleleri birbirine bağlayan bir “eklemlenme süreci”dir.
Hegemonyanın nasıl kurulacağı ya da bu eklemlenme sürecinin nasıl gerçekleşeceği hakkında Laclau ve Mouffe nerdeyse hiçbir şey söylememektedir.
Postmarksist kuramcılar için en önemli iki kategori “söylem” ve “farklılık”tır. Bu iki kategori Laclau ve Mouffe’un Gramsci’nin “hegemonya” kavramını sınıf indirgemeci olmayan bir tarzda okumasını sağlar.
Laclau ve Mouffe’un söylem kuramının kilit kavramı hegemonyadır. Eklemlemenin, kendisine antagonist olan eklemleyici pratiklerle karşı karşıya gelmesi yoluyla oluşması gerekir. Dolayısıyla hegemonya, antagonizmaların kesiştiği bir alanda ortaya çıkar ve bu nedenle de eşdeğerlilik ve sınır etkileri fenomenlerini varsayar. Hegemonik bir eklemlenmenin iki koşulu olduğu söylenebilir: İlki antagonist güçlerin varlığı, ikincisi ise bunları ayıran sınırların kararsızlığıdır.

YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER
1960’ların sonlarından itibaren Batı’da bir dizi düşünsel akım ve politik hareket ortaya çıkmıştır. Bu gruplar toplumdaki baskın kültürden farklı olan, onaylanmayan ve bastırılmaya çalışılan görenek ve hayat tarzlarını temsil etmektedirler. Yeni toplumsal hareketler paradigması altında temellendirilen bu hareketlerin “yeniliği” kimlik temelli olmalarından kaynaklanmaktadır.
Yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkışı dört toplumsal süreçle açıklanmaktadır:
1. Teknolojik gelişmelerin ve endüstriyel büyümenin yarattığı yeni sorunlar,
2. Kapitalizmin yeniden yapılanmasıyla birlikte, üretim yapısında esnek üretime doğru gerçekleşen değişimler.
3. Sınıf çatışmalarından farklı olarak ortaya çıkan yeni toplumsal çatışma biçimleri. Bu gelişmeler çerçevesinde sınıf çatışması yerini, çevrecilik, barış, kadın sorunları etrafında somutlaşan daha toplumsal çatışmalara bırakmıştır,
4. Eğitimli bir yeni orta sınıfın gelişmesi.
Yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasıyla birlikte siyaset de artık sınıflar arasındaki mücadelelerin şekillendirdiği bir eylem değil, farklı kimliklerin çoğul taleplerini birbirine söylemsel olarak eklemlemeyi sağlayan hegemonik bir performans olmaktadır.
Bu yeni toplumsal hareketlerin iktidarı ele geçirmek gibi bir amaçları yoktur. Daha çok, sivil toplumda özerklik ve eşitsizliklerin giderilmesi türünden kültürel bir takım talepleri dillendirmektedirler.
Laclau ve Mouffe, sivil toplumu dönüştürecek siyasal partilerden çok yeni toplumsal hareketlerin gücüne dayanan liberal-demokratik bir toplum önerirler.

POSTMARKSİZM VE RADİKAL DEMOKRASİ SİYASETİ
Radikal demokrasi projesi, liberal demokratik ideolojiyi reddetmek yerine onu çoğul bir demokrasi doğrultusunda derinleştirme ve genişletme siyaseti olarak tanımlanabilir.
Antagonizmaların tanınması Radikal Demokrasi nosyonuna ait teorik zeminin ilk koşullarıdır.
Laclau ve Mouffe’a göre, solun görevi, Liberal Demokratik ideolojiyi reddetmek değil, tersine, onu radikal ve çoğul bir demokrasi doğrultusunda derinleştirmek ve genişletmek olabilir.
İhtiyacımız olan şey, demokratik değerlerin bir hegemonyasıdır ve bu da demokratik pratiklerin çoğaltılmasını, bir özne-konumları çoğulluğunun demokratik matris yoluyla oluşturulmasına el verecek şekilde çok daha çeşitli toplumsal ilişkiler içinde kurumlaştırılmasını gerektirir.

Agonistik Demokrasi
Radikal demokrasi kuramları iki başlık altında incelenebilir: müzakereci demokrasi ve agonistik demokrasi.
Müzakereci demokrasi sivil toplum alanını, kamusal alanda siyasi ve ahlaki açılardan özgür ve eşit bireylerin rasyonel bir diyalog ile konsensüse varabilecekleri bir alan olarak kavrar.
Agonistik demokrasi, çatışmacı bir “kimlik siyaseti” geliştirme gerekliliğine vurgu yapar. Agonistik demokrasi teorisi, yeni toplumsal hareketlerin bir “kimlik siyaseti” uyguladığına vurgu yapar. Bu nedenle de bu hareketler kimlik ve fark temelinde çatışmayı da içine alan bir demokrasinin geliştirilmesinin koşullarını yaratırlar.

POSTMARKSİZME YÖNELTİLEN TEMEL ELEŞTİRİLER
Postmarksizm, Marksizmi geliştiren ve ileriye götüren postmarksist bir konum olmaktan çok, “post-liberal” bir konum olduğu yönünde eleştiriler almıştır.

Radikal demokrasi yaklaşımı siyaseti maddi belirlenimden ve sınıf anlayışından tümüyle bağımsız bir olumsallık alanı olarak konumlandırarak aslında siyasal alanı olumsallaştırmış, içeriksizleştirmiş olur.

---
Çağdaş Sosyoloji Kuramları
Editör: Prof.Dr. Aylin Görgün Baran & Prof. Dr. Serap Suğur
Anadolu Üniversitesi, 2012

Jacques Derrida

Post-Yapısalcılık

Hayatı
Derrida [hiçbir şey söyle(ye)meyen eleman], Yahudi ailenin çocuğu olarak 1930 yılında, Cezayir’in El Biar kentinde doğdu.
1952’de École Normale Supérieure’e kabul edilir. 1964-1984 yılları arasında burada öğretim görevlisi olarak çalıştı.
1960’ların başında Sorbonne’da dersler vermiştir.
1983’te François Châtelet ile birlikte Collège International de Philosophie (CIPH) kurmuştur.
Felsefesi Amerika’da Fransa’da olduğundan daha büyük bir ilgiyle karşılanmıştır. 1970’ten itibaren Yale Üniversitesi’nde düzenli bir biçimde ders verdi.
1992’de Cambridge Üniversitesi Derrida’ya fahri doktora vermek istedi. Çeşitli üniversitelerden on dokuz filozof bu ödüle The Times’da Derrida’yı şarlatanlıkla suçlayan bir metni imzalamak suretiyle itiraz ettiler.
Derrida, metinlerin çoklu yorumlarını ortaya çıkaracak bir teknik olarak yapısöküm tekniğini geliştirmiştir. Derrida’nın bu bağlamda ortaya attığı temel araçsal teknik kavramları; metin, iz, varlık, fark, oyun ve yapısökümüdür.
Derrida, Batı felsefesinin metafiziğini eleştirel analize tabi tutarak yapısöküm olarak bilinen metodu geliştiren ve hem yapısalcı hem de post-yapısalcı olarak anılan bir Fransız sosyal felsefecidir.
Post-modern toplum bilgisi oluşturma sorununu çözmeye çalışmıştır.

Derrida’nın Felsefesi
Derrida ilk eserlerini Husserl yorumcusu olarak vermiştir.
Yazı ve Fark 1967’den önceki son on yılda edebiyat ve felsefe alanında öne çıkmış isimler hakkında yazdığı makalelerden oluşan bir derleme kitaptır.
Grammatolojiye Dair modernliğin logos merkezci olduğunu gösteren dekonstrüksiyonlar içerir.
Ses ve Fenomen ise Husserl fenomenolojisi üzerine yazılmış bir denemedir.

Derrrida’nın çalışmalarının belli bir odağı yoktur, dağınıktır. 80’lerden kısmen siyaset ve etik merkezli yazılar yazdığını söyleyebiliriz.
1993 tarihli Marx’ın Hayaletleri, Derrida’nın Marx’la felsefi ilişkisini göz önüne serer. Bu eserde Derrida, Marx’ın söyleminde metafiziğin ötesine giden ögeler bulunduğunu göstermeye çalışır.
1994’te “Yasa’nın Gücü: Ototitenin Mistik Temeli” ulus devleti temellendiren ve varlıkta tutan şiddeti sorgular.
Ölmeden önce verdiği son dersleri “egemenlik” sorununu tartışır.

Dekonstrüksiyon
Heidegger’in varlık tarihine ilişkin saptamaları, 1930’larda metafiziği destrüksiyona tabi tutma gereğinden söz etmesi Derrida’nın dekonstrüksiyonu icadına ilham kaynağı olmuştur.

Dekonstrüksiyon, metafiziğin gizli varsayımlarını açık hâle getirir ve sorgular. Bunu yaparken bu varsayımların denetlemeye ve durdurmaya çalıştığı anlam üreten hareketin ta kendisine işaret eder. Söz konusu hareket dinamiktir.

Derrida bu hareketi farkların bir oyunu olarak düşünür, ona différance adını verir. Yalnızca konuşmanın değil, dünyanın anlamlılığını da kuran bu oyundur.
O hâlde burada “oyun” yarı-transandantal bir kavramdır, mevcudiyeti ve yokluğu, özneyi ve nesneyi önceler. Derrida, “Metnin dışı yoktur” önermesini bu yüzden kurar.

Derrida’ya göre metafizik, varlığı “mevcudiyet” (présence) olarak anlar. Metafizik argümantasyonlar ve kurgular, nihayetinde bir mevcudiyet tecrübesine veya iddiasına dayanır.

Bir şeyin mevcut olması burada, önümüzde hazır ve nazır olarak bulunuyor olması veya bilincimize olduğu gibi veriliyor olmasıdır.
Fenomenolojik açıdan bakıldığında ise mevcudiyet ilkin görüdedir (intuition). O hâlde özne ile nesne arasındaki metafizik karşıtlık, öznenin de nesnenin de mevcudiyet olarak kavrandığı bir karşıtlıktır.

Metafizik, varlığa özgü olanı bilgi nesnesi olarak ele alır. Derrida’nın Grammatolojiye Dair’de vurguladığı şey metafiziğin varlığı bilme arzusunun her zaman logos’a geri döndüğüdür. Metafiziğe göre dil de yazı da mevcudiyeti temsil ederler.

Söz mevcudiyeti toparlama ve gösterme, yani temsil etme işlevini yazıdan çok daha mükemmel bir biçimde yerine getirir. Bu yüzden metafizik yazıyı yetersiz ve tehlikeli ilân eder. Derrida bu tavra “logosmerkezcilik” adını verir.

Derrida’ya göre, onto-teoloji çağı logos’un çağıdır. Bu büyük çağı yazının aşağılanmasının ve “konuşmanın doluluğunun” yüceltilmesinin işaretini taşır.
Derrida’nın bu dönemde söylediği şeyler “post-yapısalcılık” olarak anılan şeyin de temelini oluşturur.

Derrida Grammatoloji’ye Dair’de Lévi-Strauss ve Saussure gibi yapısalcıları dili statik bir kurallar bütünü olarak düşünmelerinden dolayı eleştirir. Dil her zaman yazarın niyetlerinden fazlasını söyler.
Derrida, göstergeleri yorumlamak suretiyle yeni değerler ve imkânlar bulmanın veya yaratmanın mümkün olduğuna inanır.

Derrida’nın ilk dönem dekonstrüksiyon girişimi, dili “différance, “iz” ve ilâvesellik olarak yeniden düşünmektir. Différance, anlamı oluşturan ve diyalektik olmayan harekete ilişkin bir kavramdır. Basitçe, anlamın farkların mekânsal ve zamansal hareketi içinde oluştuğunu savlar, kapanış, yani tek-anlamlılık imkânını ortadan kaldırır.

Grammatoloji’ye Dair’deki ilâve mantığı ve Dağılım’daki pharmakon yapısı différance’ın hareketine gönderme yaparlar. Bu yapılar, hareketin kaynağında karar verilemezliğin bulunduğunu ortaya koyarlar.

Dekonstrüksiyonun işleyişinin üç basamağı: İlk adımda metafizik karşıtlıklar işaretlenir, ikinci adımda bunlar arasındaki hiyerarşi sorgulanır ve dönüştürülür, üçüncü adımda çok anlamlılığa açılan bir karar verilemezliğin metafizik karşıtları öncelediği ve ürettiği ortaya koyulur.
Dil, gösterenlerin birbirine ilâve olduğu, birbirinin yerine geçtiği bir harekettir ve bu oyunu durdurabilecek bir aşkın gösterilen de yoktur. Derrida’nın felsefesi bu transandantal dil anlayışı yüzünden çok eleştirilmiştir.

Dekonstrüksiyon Etik ve Siyaset
Bağımsızlık Bildirgeleri” adlı makalesinde siyasete genel çerçevesini çizen, hukukun dayandığı temelin, kurucu bir edimin performansından başka bir şey olmadığını ileri sürer.

Toplum sözleşmesini bilfiil meydana getiren edimler, tarihsel olarak hiçbir zaman gerçekleşmemiş olayları belirtirler. Olmamış olanın bu beyanı sayesinde, olanı meşrulaştırabilecek bir düzen, dil düzleminde ortaya çıkar.

Hegel’e göre modern toplumsal sözleşme kuramları devletin ne olduğunu anlayamamışlardır. Devleti anlamak için onu tarihin içine yerleştirmek gerekir. Devlet tinin tarihte somutlaşmış halidir. Ulus devlet kurmak için halka tarihsel bir kimlik veren mitik bir anlatı inşa etmek lâzımdır.

Yasanın Gücü: Otoritenin Mistik Temeli, yasanın da kökeninde bulunan différance’ı; yasa olarak différance’ı bir adalet tartışmasıyla ilişkilendirir. Adalet fikriyle birlikte “koşulsuz” olan da sahneye çıkar.
Derrida adalet fikrine kararcı (decisionist) bir bağlamda başvurur. Özgür karar veya egemen karar bir açmaz içinde verilir, açmazı oluşturan şey, yürürlükte olan yasa ve tarihsel normların hem hesaba katılması gereği hem de bunların tekillikle ilişkide askıya alınması gereğidir.
Derrida siyasetin imkânını, klasik siyaset felsefesi geleneğine uygun bir biçimde yasanın varlığıyla ilişkilendirir.

Dekonstrüksiyon, çok geniş çevrelerce rağbet gören moda bir akım haline geldi. Post-modernlerin aradığı kural dışı birçok imkânı dekonstüksiyonda bulabilmeleri bu akımın rağbet görmesini kolaylaştırdı.

Dekonstrüksiyon; kalıplaşmış, durağan, bütünselleştiren, karşıtlıklara dayanan tarihsel düşünme biçimlerinin değerini sorgular ve böylelikle değerleri yeniden değerlendirmenin imkânını arar. Dekonstrüksiyon, metafiziğe içerden bir eleştiri getirir. Son kertede metafiziğin dekonstrüksiyonu bize dünyanın anlamlandığı hareketin farkların çoğulluna dayandığını, bu farkların birbiriyle diyalektik olmayan bir dinamizm içinde ilişkilenerek ürediklerini gösterir. Bu radikal deneyim tekilliğe karşı sonsuz sorumluluk üstlenmenin koşuludur.

Yapısöküm Yöntemi ve Metin
Derrida’ya göre dünya bir metindir, metnin dışında hiçbir şey yoktur ve bütün metinlerin birden fazla anlamı vardır. Bu yüzden bir metnin tam ve en son yorumunun yapılması imkânsızdır. Metinler, bizim dünyayı nasıl yorumlayacağımızı yapılandırır. Kısaca Heidegger’i takip ederek Derrida da dilin bizi biçimlendirdiğini düşünmüştür.

Derrida’ya göre Batı düşünce yapısı zıtlıklara dayanır.
Birbirine zıt olan terimler eşit değerde değildir.
Derrida’nın temel amacı yapı söküm yöntemiyle klasik Avrupa düşünce yapısını (construction) söküp (de-construction) ondaki malzemeyle yeni, daha kullanışlı bir yapı kurmak (re-construction) üzere tarihsel anlam evrelerine geri dönüşler yapmaktır.
Derrida, kuramsal yapılarını ikili karşıtlıklar üzerine oluşturan Batı düşüncesindeki metinlerin yapısökümünü yapar.

Derrida, işe yapısökümde başı çeken figür olarak yapı ve yapının kaynağı olan merkez fikrini irdelemeyle başlamıştır.
Batı felsefesinde bu merkezi aramıştır.
Batı metafiziğinde bu merkezin bazen bir Tanrı, bazen madde, bazen zihin vs. olarak karşısına çıkar.
Derrida’ya göre idea, Tanrı, akıl ya da madde gibi merkezlerin başka nosyonlara dayanak olmaları söz konusu olamaz. Çünkü “aşkın bir göstergenin yokluğu” söz konusudur.

Onun yapısöküm fikrinin iki anahtar noktası bulunmaktadır. İlki, bireysel somut pratiklerden ziyade yapısökümcüde de sistemlere ya da yapılara bakmaya devam eder ve ikincisi bütün sistemlerin veya yapıların bir merkezi, kök noktası yani sistemin yaratanı var olduğuna göre bu yapının kaynağını araştırır.

Derrida’ya göre sistemler, temel birimlerden oluşur (zıt-çiftler). Zıt çiftlerin bir tarafı daima diğerinden daha önemlidir.

Derrida en ünlü çalışmasında özellikle konuşma/yazma karşıtlığına bakmış ve konuşmanın daima yazıdan daha önemli görüldüğünü söylemiştir.

Batı felsefesinin en temelinde, söz (logos) ile yazı ayrımının yer aldığını söyler.
Varlık, yokluğun diğer zıt tarafıdır ve varlık daima yok oluşun üstündedir. Var oluşun yokluğa olan üstünlüğü yüzünden her sistem, bütün bir sistemin çıktığı ve anlamını garanti ettiği bir merkez oluşturur ki bu merkez, varlığın var oluşunu garanti eder.

Derrida’ya göre Batı düşünce sisteminde söz/konuşma (logos) var oluş ile birleşir ve her ikisi de hem yazmadan hem de yokluktan üstündür. Konuşma ve var oluşun bu imtiyazını ise Derrida logocentrism olarak kavramlaştırır ve Batı felsefesinde hem söz hem de akıl anlamına gelen bu ayrıcalıklı logos anlayışına karşı bir duruş sergiler.

Derrida için “dil”in bir yapı ya da bir sistem olarak bir merkezi yoktur, sistemin unsurlarını bir yerde bir arada tutan bir merkez olmadığından mutlak veya kesin bir gerçek veya anlam da yoktur.

Batı toplumunun en temel sorunlarından biri, merkeze hep “ben”i alıp farklı olanı, yani ötekini “ben”in kategorileriyle değerlendirmesidir.

Yapısalcılık, doğruluğu metnin “arkasında” ya da “içinde” görürken post-yapısalcılık okuyucunun ve metnin karşılıklı etkileşimini üretkenlik olarak görmektedir.

Yapısöküm üç aşama içerir:
1) tersine çevirme,
2) yer değiştirme ve son olarak da
3) yeni bir kavramın yaratılması

Yeni bir kavramın yaratılması; Derrida bunu dayanak sözcük olarak adlandırır. Örneğin, “iz” kavramı böyle bir kavramdır. “Bulunuş/bulunmayış” ikili karşılığının yapısökümünden ortaya çıkar. Zira “iz” aynı zamanda hem bulunuştur hem de bulunmayıştır.

İz
Yapısöküm, herhangi bir dilsel gösterge setlerinin birbirinden farklı pek çok anlam dizisi meydana getirebileceğini (ki bu anlam dizilerinin çoğu gayri ihtiyaridir) göstermeye çalışır. En tarafsız olduğu düşünülen yazarlar bile, farkında olmadan, düşüncelerini meydana getiren gösterge sisteminin zihinlerindeki karşılığı olan bilişsel şemalarına yansıyan izlerini kaçınılmaz olarak eserlerine taşırlar.

Fark ve Erteleme (Differance)
Derrida’ya göre okuma dönüşümcüdür ve metinler çoklu yorumlara açıktırlar. Anlamlar kaygandır. Bu bağlamda Derrida, tüm metnin “differance” (fark) sergilediğine işaret eder. Yani anlamlar, istikrarsızdır. İşte Derrida, bir düşünsel hareket olarak yapısökümü ile temelde dikkatimizi bu dilsel istikrarsızlıklara çekmek istemektedir.

Metinsellik (Textuality), daima çoklu olasılıklar sunar ve biz de nesnelliği bulma çabası içinde iken bile aslında bu metinselliğin dışında kalamayız. Yani yapı sökümün en temel iddiası metinsel analizlerde kesinliğin/mutlak anlamların imkânsız oluşudur.

Yapı sökümü, bir tür yıkma ya da tahrip etme işlemi değildir.
Bu metot, sadece yapılaşmanın temel unsurları arasındaki karşıtlığın kendi öz mantığına ne kadar ters olduğunu göstererek eski sistemi sökmektir. Yani kavramsal hiyerarşilerin ürettiği metafizikleri deşifre edip yapılandığı tarzı çözmektir. Yapısöküm, bir anlama gayretidir ve anlama çabası ister istemez yapıyı unsurlarına ayırma (sökme) ve tekrar bağlayıp birleştirmeyi gerektirir.

Silme
Derrida, yapı sökümü metodunda önce bir sözcük yazmayı, sonra onu karalamayı ve sonra hem sözcüğe hem de karalamasına metinde yer vermeyi önermektedir.
Derrida; bu tarz bir yazın tekniğiyle herhangi bir göstergeyi okuduğumuzda o kavramın, terimin anlamının bizim için net olmadığını söylemektedir.
[Derrida’nın da önerdiği biçimde; düşünce tarihi okumalarına Derrida’nın ismini çizerek/silerek devam etmeyi öneririm]

Yapısöküm ve Oyun
Zıt çiftleri bulmak ve her terimin bu terim çiftinin zıt kutup olarak diğerinin karşıtı olmasından ziyade onun bir parçası olduğunu göstermek... Böylece bu terimleri birbirinden uzak tutan yapı ya da zıtlık çöker.

Yapısökümünün temel varsayımları
1. Dil, anlam tutarsızlığı ve kaymalarının silinemez izlerini taşır.
2. Böyle bir çelişki karşısında hiçbir analiz yöntemi metnin yorumu açısından herhangi bir otorite iddiasında bulunamaz.
3. Bu nedenle yorum, alışıldık anlamıyla “analiz”e benzemeyip bir tür oyunu andıran serbest bir alandır

---
Çağdaş Felsefe II
Yazar: Prof. Dr. Zeynep Direk
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2247
Nisan 2012, Eskişehir

Çağdaş Sosyoloji Kuramları
Editör: Prof.Dr. Aylin Görgün Baran & Prof. Dr. Serap Suğur
Anadolu Üniversitesi, Eskişehir, 2012

Modern Sosyoloji Tarihi
Editör: Prof. Dr. Serap Suğur

Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2304, Eskişehir, Ocak 2013