11 Haziran 2015 Perşembe

Zihin Felsefesi

Zihin Felsefesi
Zihin felsefesinin; özellikle bilincin doğası, ne tür şeylerin bilinçli olduğu ya da olabileceği ve yalnızca bilinç sahibi varlıkların sahip olabileceği her tür zihinsel olguyla ilgilendiği söylenebilir.  Zihin felsefesi ana hatlarıyla bilinçli akıl yürütmenin, ifadelerin doğasıyla ilgilidir.
Zihinsel olguyla kastedilen şey duyma, hatırlama, imgeleme, hayal kurma, düşünme gibi bilinçli olma durumlarıdır.

Zihin-beden sorunu: insan varlığının özünde, salt fiziksel bir varlık mı, yoksa özünde düşünen bir varlık mı olduğu sorunudur.

Zihin felsefesi, deneyimin öznelerinin ontolojik konumları ve daha geniş var olanlar skalasındaki yerleri hakkında yorumlarda bulunur.

ZİHİN FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI
Zihin
Düşünme kapasitesine sahip olmak, bir zihin sahibi olmak için hem gerekli, hem de yeterli koşuldur.
Zihin üç temel kapasiteye sahiptir: “biliş” (bilme), “duygulanım” (duygular) ve “istenç.”
Zihinsel olgular, birbiriyle çakışan, örtüşen, birbirine paralel giden ve ayrılan geniş bir bağlantılar bütünü olarak düşünülebilir.

Düşünme
Düşünmenin büyük oranda dilde, bir dil aracılığıyla gerçekleştiği kabul edilir.
Düşünmenin zihinsel imgeler yoluyla da olduğu bilinmektedir.
Düşünce her zaman için bir şey üzerinedir.

Bilinç
Bir şeyi görmek, o şeyin bilincinde olmayı, onun farkında olmayı gerektirir. Bir şeyin bilincinde olmak halinin fiziksel bir açıklaması yoktur. Bilinç sözcüğüyle işaret edilen süreçler ruhsal, görülemez, hiçbir şekilde kelimelerle ifade edilemeyen bir ilişkidir.

Öznellik
Özne olmak, deneyim yaşayabilme kapasitesine sahip olmak demektir.
Sadece kendimizi, diğerleri arasında bir kişi olarak düşünerek, öznelliğimizin farkına varmamız mümkün değildir. Diğerleri bizim için sadece birer nesne olarak vardır; onlar deneyimlerimizin nesnesidir. Aynı şekilde biz de diğerleri için, onların deneyimlerinin nesnesi olarak varız. Kendimizi kısmen özne, kısmen nesne olarak algılarız.

Bireysellik
Bireysellik sorunu kişinin kendi varoluşu sorunudur. Her bir şeyin yalnızca kendi olduğu şey olması ve başka bir şey olmaması mantıksal bir zorunluluktur.
Bunca insanın arasında herhangi insanın biricikliğinin koşulları, bireysellik başlığı altında incelenir.

Kendilik
“Ben kimim?” sorusu
Kendi kendisinin bilincinde olan bir bireyin durumunu ifade eder. Kendilik olmanın yeterli koşulu, bir bireyin kendi olduğu birey olduğunun bilincinde olması ve bunun bilincinde olan birey olduğunun bilincinde olmasıdır.

ZİHİNSEL OLANIN BİR İŞARETİ VAR MIDIR?
Epistemolojik Ölçüt
Diş ağrısı zihinsel bir olaydır.
Dişinizin ağrıdığı bilgisi, doğrudan ve dolaysızdır. Bir şeyin dolaysız olarak bilince yansıması, zihinsel olana dair bir işarettir.
Belli zihinsel olayların bilgisi birinci şahıs ve üçüncü şahıs arasında bir asimetri gösterir. Oysa fiziksel olayların veya durumların bilgisi böyle bir asimetri göstermez.
Zihinsel olaylar kişiye özeldir.
“Kendine özel olma” yanılmaz olmanın karşıtıdır. Fiziksel koşullarla algılanan her zaman doğrusal değildir (eleman kendini dünya lideri zannedebilir, realite bunu değillese de eğer söylediğine inanıyorsa kendince doğruyu söylüyordur).

René Descartes 17. yüzyılda zihinsel olanı özsel olarak düşünürken maddesel olanı da özsel olarak, uzamsal bir şey olarak ayırmıştır. Descartes’a göre, bunun doğal sonucu zihinselin, özsel olarak uzamsal olmayan bir şey olması, maddesel olanın da özsel olarak, düşünme kapasitesinden yoksun olmasıdır.

Yönelimsellik
Gerçekte var olmayan bir şeyi yalnızca araştırmakla kalmayız, bazen ona inanırız, hakkında düşünürüz, yazarız, hatta var olmayan bir şeye âşık bile oluruz.
Franz Brentano, zihinselliğin bu özelliğini, psikolojik olguların “yönelimsel olarak varoluştan yoksun olması” olarak betimlemiştir ve bu özelliğin zihinsel olanla fiziksel olanı ayıran özellik olduğunu iddia etmiştir.

Yönelimsellik kavramı, temsil edici yönelimsellik ve içeriksel yönelimsellik olarak ikiye ayrılabilir. Temsil edici yönelimsellik; düşüncelerimizin, inançlarımızın, niyetlerimizin vb. “bir şey hakkında olmaları” ile ilgilidir (at imgesi atı işaret eder).
İçeriksel yönelimsellik, daha önce söz ettiğimiz önemli bir olguyla yani inançlar, umutlar ve niyetler gibi zihinsel durumların, genellikle önermeler içinde ifade edilmesiyle bağlantılıdır. Zihinsel durumlarımızın, kendilerinin dışında olan şeyleri temsil etme kapasitesi, yani temsil edici içeriğe sahip olmaları onlara ilişkin en önemli olgudur.

Hangi ortak niteliğe göre hem duyumsal durumları, hem de yönelimsel durumları “zihinsel” olarak sınıflandırabiliriz? Ağrılarımız, acılarımız, inançlarımız kendilerini, tek bir “zihinsel olgular” sınıfı altında toplamamıza olanak veren ortak bir niteliğe sahip midir? Böyle bir ortak nitelik varsa nedir?

Antikçağda Zihin Kavramı
Filozoflar öncesi Yunanistan’da Homeros’un İlyada’sında zihin hakkında herhangi bir tasarım görülmez. Bu destanlarda geçen ve sonraları ruh ya da bilinçli zihin anlamında kullanılan psyche kelimesi çoğu kere kan, can veya nefes gibi yaşamın özüne ilişkin bir anlam taşır. Sonraları duygusal ruh, tutku gibi soyut bir anlamda kullanılan thumos kelimesi de İlyada’da sadece hareket ya da uyarılma anlamındadır. Ama aynı zamanda thumos sanki kişinin kalbi ya da yüreği gibidir. Thumos bir insana yemeyi, içmeyi, savaşmayı söyleyebilir. Thumos, Akhilleus’un göğsünde onu iten yüreğidir. Ama bir yandan da thumos gerçek anlamda bir organ değildir ve belli bir yeri yoktur; fırtınalı bir denizin de thumos’u vardır.
İlyada’nın kahramanlarının, bugün anladığımız anlamda, özerk bir bilince sahip bireyler olarak davranmak yerine, tanrılara ve kâhinlere danışarak davrandığı görülür.
Odysseia ise Odysseus’un aklı, yani bilinçli bir zihin tasarımı üzerine kurulmuştur. Odysseus her olayın nereye varacağını önceden sezer, anlar ve olayı istediği yöne çevirmek için ne gibi tedbirlerin alınması gerektiğini düşüncesiyle bulur ve uygular.
Aiskhylos tarafından yazılan Zincire Vurulmuş Prometheus tragedyası ile artık aklın kişileştirilmesine tanık olmaktayız. Prometheus, ateşi Tanrılardan çalarak insanlara vermekle onların uygar topluma geçmelerini sağlamıştır (araçsal akıl).

Antik Yunan düşüncesi; birisi doğayı anlamaya çalışan doğacı, fizikçi düşünce diğeri de mistik, gizemci düşünce olmak üzere iki kola ayrılır.
Fizikçiler zihin ve beden ayrımı yapmamış, bütün gerçekliği tek bir tözden ibaret olduğunu düşünmüşlerdi. Doğa filozofları insanı ele almaktan çok varlık sorunuyla ilgilenmişlerdi. Varlık olarak insan, doğanın bir parçasıdır. Yapı bakımından insan, doğasıyla evren birbirlerine simetriktir İnsanı anlamak ve açıklamak, evreni anlamak ve açıklamak demektir. Onlarda akıl, gerçekliğin (evrenin) yapısında bulunan bir ilke sorunu, ya da durumsallıktı.
Sokrates öncesi felsefedeki değişim sorunu ya da oluş ve bozuluş sorunu, bugün, zihin felsefesinin temel sorunlarından olan, duyu algılarının güvenilirliği ve düşünceyle ilintisi sorununun temelini oluşturur. Herakleitos ve Empedokles’in felsefelerinde değişim sorunu ve bununla bağlantılı olarak da oluş ve bozuluş sorunu ortaya çıkmıştır.

Milet Okulu Düşünürleri
Thales, suyu varlığın temeli olarak kabul eder.
Anaksimandros su, hava, ateş ve toprağın, sürekli olarak birbirleriyle çakıştıkları için temel töz olamayacaklarını söyler. Bunların üstünde başka bir kategori açar: apeiron der ona. Sonsuz, sınırsız, yok olmayan ve hareketi de öncesiz ve sonrasız olandır apeiron.
Anaksimandros’un öğrencisi Anaksimenes, hocasının açtığı yolu adeta tıkayarak temel töz havadır dedi.

Herakleitos
Her şeyin akış içinde olduğu savıyla tanınan Herakleitos, değişmeyen cevherin ateş olduğunu söyledi.
Herakleitos’a göre hem doğada, hem de insan yaşantılarında, karşıtlıkların bitip tükenmeyen bir mücadelesi vardır. Zıtların çatışması, kozmostaki oluşun nedenidir. Evrensel ilke karşıtlıktır.
Herakleitos’a göre, gündelik yaşantımızda deneyimlerimizin süreklilik ve durağanlık göstermesi, şeylerin sürekli değiştiğinin farkına varamayışımızın nedeni, değişimin sürekli olarak aynı düzeyde olmasıdır. Dolayısıyla Herakleitos, Antik Yunan’da ilk kez, duyu organlarıyla algıladığımız görünüşler âlemi ve esas gerçeklik âlemi arasında bir ayrım yapmıştır. Esas gerçeklik âleminin uyumlu niteliği duyularla değil, sadece “logos” aracılığıyla anlaşılabilir. Herakleitos’un “logos”u duyular üstüdür, her şeye yön veren, her şeyi kuşatan evrensel akıldır. Bu evrensel akıl, evrensel yasanın, insanın kaderinin, doğanın ve tanrı kavramının kendisidir. Her şeyin kuralı ve yasası olarak düşünülen “logos” her şeyde bulunan, her şeye ortak olan bir şey olarak değerlendirilir. Hakikatin bilgisi bu nesnel ve her şeye ortak olan “logos”a dayanmakla elde edilir.
Herakleitos, lego (söylemek, anlatmak, konuşmak) fiilinden türetilen logos terimini fragmanlarda üç temel anlamda kullanır: (1) söz, söyleme, anlatma ve söylem; (2) yasa, kural ölçü, ilke ve miktar; (3) saygınlık
Herakleitos, insanı evrensel ilke logos ile akılcı bir ilişki içinde tasavvur eder. Ahlak hakkındaki düşünceleri de bu minvaldedir. İnsan, varolanların çatışması içinde kendi benini/aklını işleyerek, tutumunu belirler. Buradaki seçimi kendisine kalmıştır.
Akıl bağlamında insan, ilkesini iki şeyden alır; dış dünyadan ve kendi doğasından. Ama bireysel akıl evrensel akıldan ayrı düşünülemez ve ondan bağımsız değildir. Çünkü ölümsüz olan ruh, bedenden ayrıldıktan sonra evrensel ruh’a (logos) geri döner.
Kendi kendine hâkim olmanın yolu ruhu kuru tutmaktan geçer. Çünkü ateş daha üstündür. Ama ruh ıslağı sever. Bedensel hazlar ve tutkuların bedelini ruh nemlenerek öder.
Evrensel “logos”la aynı malzemeden (sıcak ve kuru, hava ve ateş) oluşan ruh, makrokozmosun küçük bir modelidir ve logos olarak bütün evreni kuşatır. İnsanın yetileri, evrensel ruh’un (logos) bilgisini edinmeye yeterli değildir. İnsandan ancak kendisinin bilgisine varması umulabilir.

Elea Okulu
Birlik ve çokluk, varlık ve oluş, hareket ve durgunluk sorunu Herakleitos’un olduğu gibi, Elealıların da başlıca tartışma konusu olmuştur.
Parmenides’ten önceki düşünürler, deneyimlerin düşünme yoluyla işlenmesi üzerinde dururken Parmenides, düşün tarihinde ilk defa, varolanın niteliklerinin salt düşünme yoluyla irdelenmesi fikrini ortaya atmıştır. “Düşünce de varlık’tan farklı değildir, çünkü varlık’tan başka bir şeyin değil, bizzat onun düşüncesidir.
Düşünce değişmeyenle, varlıkla ilgilidir; duyular ise değişenlerle. Bu nedenle duyular her türlü hatanın kaynağıdır.
Parmenides’e göre, yalnızca “bir varlık vardır.” Bu değişmeyen, hep var olan varlık, her şeyin “ortak temeli”dir.

Empedokles ve Anaksagoras
Empedokles, insanın ahlak alanındaki hareket ettiricileri sevgi nefret kuvvetlerini töz olarak ele alır. Hareketsiz Bir’e karşı (Parmenides) dört elementi cevher, bunlar arasındaki etkileşimleri de sevgi ve nefret öğelerine dayandırmıştır.
Anaksagoras, Empedokles’in sevgi ve nefret öğelerinin yerine zihinsel bir ilke olan “nous”u önermiştir. Nous; Yunancada “zihin” anlamına gelir.

Demokritos
Demokritos’a göre gerçeklik, büyük oranda boşluktur ve bu boşluğu atom adı verilen parçacıklar doldurur. Dolayısıyla evrenin ilk ilkeleri atomlar ve boşluktur. Şeylerin bütün nitelikleri atomlarının biçim, büyüklük, konum ve dizilimine bağlıdır. Bu niteliklerden bazıları (ağırlık, katılık vs.) o şeye aitken bazıları duyular aracılığıyla onlara izafe edilir (2 bin yıl kadar sonra bu ayrımı Locke aynen tekrar edecektir).
Birincil nitelikler nesneye ait matematiksel nitelikler olduğu için, onların bilgisi kişiden kişiye değişmez. İkincil nitelikler, algılayan kişinin duyumlarına bağlı oldukları için değişebilir ve yanıltıcı olabilirler.
Demokritos’a göre, ruh da aynı şekilde atomlardan yapılmıştır. Eğer ruh atomları kaçar ve dağılırsa, o zaman ölürüz.

Protagoras’ın Deneyciliği
Protagoras da diğer sofistler gibi, hakikatin göreceli olduğunu, yani bilginin ancak onu gözlemleyen kişinin, kendine özgü nitelikleri aracılığıyla elde edilebileceğini savundu. Dolayısıyla bilgi insanların farklılıklarına bağlı ve görelidir (insan her şeyin ölçüsüdür). Protagoras’a göre bilgi, bilen kişinin algısına dayanır ve özneldir.

Pythagoras
Antik çağ Yunan felsefesinde, mistisizm ile bilimi birleştirerek farklı bir ekol oluşturmuştur. Yunan kültüründe olmayan ruh göçü inancına sahiptiler.
Pythagorasçılar, duyumsal olandan arınmak için, öncelikle matematik üzerinde yoğunlaştılar. Bu yolda varlığın temelinin sayı olduğunu öne sürdüler. Sayı, zihinsel bir ilkedir ve bu bakımdan Pythagorasçılar düşünce tarihi açısından zihinsel bir dönüşüm olarak değerlendirilmelidirler.
Pythagorasçı öğretide ruh ölümsüzdür. Ölümsüz ruhun sürekli hareket halinde olması yaşamın temel ilkesidir. Pythagorasçılar havanın ruhlarla dolu olduğunu, insanın bu ruhları solumak suretiyle evrenle ve diğer hayvanlarla ilişkili olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu nedenle canlı olan her şeye karşı bir çeşit kardeşlik düşüncesine ulaşmışlardır.

Platon
Platon, Herakleitos’un ve Parmenides’in birbirinden farklı yollardan gösterdiği gibi, duyularla algılanan dünyanın değişebilir olduğunu, mükemmel olmadığını, değişmeye ve yok olmaya mahkûm olduğuna inanır. Buna karşın kesin bir bilgiye ulaşmaya çalışır. Bu yolda ulaştığı idealar kuramının ve ruhun ölümsüzlüğü görüşünün temelinde, Pre Sokratik felsefelerin Sokratik sorgulama ve diyalektik yöntemiyle birleştirilmesi yatar. Phaidon adlı diyaloğunda Orphik-Pitagorasçı mistisizmi, idealar kuramıyla birleştirerek ruh göçü ve ruhun ölümsüzlüğü üzerine temellenen düalist varlık anlayışını serimlemiştir.
Platon’a göre Sofistler, duyular dünyasıyla ilgili oldukları için hakikati keşfedemezler. Oysa bilginin özü değişmezliktir. Hakikat ve bilgi (episteme) Parmenides’in ortaya koyduğu fiziksel olmayan, zaman ve uzam üstü olan, değişmeyen, bir ve tek varlık alanına aittir.
Platon’a göre, ezeli ebedi, zorunlu ve akıl yoluyla bilinebilir varlıklara dayanan gerçek bilgi epistemedir. Buna karşın kanılar (doksa) duyumlardan geldiği için yanıltıcıdırlar.
Platon’a göre, sadece gerçekten var olan, hakiki olan, yani idealar bilinebilir. Platon bilginin düzeylerini zihinsel eylemlerle eşleştirir. Buna göre hayal kurma ve inanç doksa veya kanıya (doksa) aitken ya da düşünme, zihnin hakikatle ilgili bir edimi olarak gerçek bilgiye (episteme) aittir.
Ruhun aşağı bölümü duyumla ilgilidir (aistesis) ve duyum dünya zevklerine açılma eğilimindedir. Ruhun orta katı kanı (doksa) katıdır, bu düzeyde ruh yanılmaya eğilimlidir. En üst bölüm ruhun ölümsüz yanı olan nous’tur ve bilimsel düşüncenin ya da gerçek bilginin (episteme) ortamıdır.
Bedenimize girmeden önce idealar âleminde yaşayan ruhlarımız ideaların gerçek bilgisine sahiptirler ve kişinin yapması gereken şey, ruhunun sahip olduğu gerçek bilgiyi hatırlamaktır (Theaitetos).
Platon Devlet’in dördüncü kitabında ruhun da devlet gibi üç kısımdan oluştuğunu ileri sürdü. İnsan ruhunda bir şeyi enine boyuna düşünme, bir şeyin bilincinde olma edimi vardır ki bu akıllı kısımdır. İkinci olarak ruhta maddi şeylere karşı duyulan bir istek vardır ki bu da arzulayan kısımdır. Ruhun bu iki kısmı arasında uyumu sağlamak üzere akla yardım eden eylemde bulunma yanı da tinli ya da iradeli kısımdır. Ruha özgü ve onun için özsel olan kısım akıldır.

Aristoteles ve De Anima
Aristoteles’e göre ruh ve bedenin bir bileşkesi olan insan, aynen diğer bireysel tözler gibi var olan birincil tözdür.
Yunanca bir terim olan Psyche, literatürde Aristoteles’in kullandığı anlamda, kimi zaman ruh, kimi zaman da canlılık ilkesi olarak çevrilmiştir. Aristoteles’in kullandığı anlamda anima:
•Bedenden ayrılamaz; salt bedenin içinde bulunan bir şey değildir.
• Durağan bir şey değildir; biçimlendirici bir güce sahiptir.
• Yaşamsal işlevlerin tümünü içerir.
• Bedene canlılık veren ilkedir
Ruh canlı olmakla ilgilendirilebilecek bütün işlevlerden sorumlu bir ilkedir. Ruhu bedenin formu, yani maddesel bedene her ne ise o olma özelliğini kazandıran ilke olarak tanımlayan Aristoteles’e göre ruh entelekheia’dır.
Entelekheia tamamlanma ya da mükemmellik durumu, edimsellik, kendini gerçekleştirme anlamına gelen Yunanca bir terimdir. Aristoteles bu terimi, ruhun gizil güç halinde varlığı kendini gerçekleştirmek üzere düzene sokması ve yönlendirmesi anlamında kullanmıştır.
Aristoteles’e göre ruh ile beden arasındaki ilişki maddeyle form arasındaki ilişki gibidir, yani saklı olanağın (potansiyel) olanın gerçekleşmesi, varlığa gelmesidir. Göz bir hayvan olsaydı, görme onun ruhu olurdu.(De Anima, 412b).
Aristoteles farklı yeteneklerine ya da kapasitelerine göre ruhun üç türü olduğunu söyler. En alt düzeyde ruh bitkisel ya da besleyici ruhtur. Aristoteles’ e göre ağaçlar ve diğer bütün bitkiler yalnız beslenme yetisine ya da bitkisel ruha sahiptir (De Anima, 414a).
Hayvanlar “duyumlama yetisine ve dolayısıyla isteme yetisine sahiptirler ve Aristoteles bu nedenle hayvanları ruhun ikinci kademesi, duyusal ruh kategorisine dâhil eder.
İnsanlar ise akıl yetisine sahiptirler, bu farkla hayvanlardan ayrılırlar. Aristoteles bu kategoriye akıllı ruh der.
Dolayısıyla ruh, bütün canlı varlıkların “hayatlarının nedeni ve ilkesidir (De Anima, 415b).
Aristoteles düşünmenin büyük oranda imgelemi içerdiğini, bu sebeple de bedene ihtiyaç duyduğunu söyler. Bitkisel ve hayvani ruh için ise fiziksel bedenden ayrı ve bağımsız bir varlıkları olduğunu iddia etmez. Düşünce, akıl ve hatırlama söz konusu olduğunda iş değişir.
Aristoteles’e göre ruh “akıl” (logos) anlamında ölümsüzdür.
İnsan ruhuna diğer canlılardan farklı olarak “düşünme ve yargıda bulunma” özelliklerini katan nous’tur. Aristoteles’e göre us (nous), ruhun “bilmesini ve anlamasını sağlayan yeti”dir. Us, olanak halinde bir bilme yetisidir ve ancak düşünme etkinliğinde bulunulduğunda gerçeklik kazanır. Böyle bir yeti olarak da “üzerinde yazılı hiçbir şeyin bulunmadığı bir tablet” (De Anima, 430a) gibi olması zorunludur (John Locke’un tüm düşünsel verimi de bu önerme üzerinde yükselir ya da alçalır).
Zihnimiz bilgiye ulaşabilmek için nesneden etki almak, yani duyum bilgisine sahip olmak zorundadır. Aristoteles yalın bir bilme ve düşünme yetisi anlamındaki usa “edilgin us” adını verir (pathetikos nous). Soyutlama yapan yeti olarak us ise “etkin us”tur. Soyutlama yapmak usun gerçek özüdür. Yalnız bu anlamdaki us ölümsüz ve ebedidir, tanrısaldır (De Anima, 430a).
Akıl sahibi olmak da insanın eylemleriyle bağlantılıdır.
Akıl (logos), Aristoteles’e göre, tek tek kişiler için bir olanaklar bütünüdür. Tek tek kişiler, eğer “dış iyiler”den yeterince pay alabilmiş ve yeteri derecede kendilerini eğitebilmişlerse logos’un taşıdığı olanakları gerçekleştirebilirler.

Marcus Aurelius
Marcus Aurelius bir Roma imparatoru ve Stoacı bir filozoftur. Stoacılar felsefeyi mantık, doğa bilimleri ve etik olmak üzere üçe ayırırlar ve akılcı bir felsefe anlayışıyla insanın evrendeki yerini ve yazgısını, bu üç yönelim bağlamında ortaya koymayı hedeflerler. Herakleitos’un logos öğretisini kabul eden Stoacılara göre evren, Evrensel akıl olan logos’un rehberliğinde düzenli bir şekilde işler; insanın aklı da evrensel akıl olan logos’tan fışkıran kıvılcımlardır ve ancak, evrensel akıl olan logos ile uyumlu bireyler, bu dünyada huzurlu olabilir. Marcus Aurelius için doğal olan, evrensel doğanın düzen ve aklıyla uyumlu olandır.
Kendime Düşünceler isimli eserinde, ruhunun yetkinliğe ulaşmak için gösterdiği çabayı anlatır.
Herkesin öleceğine ve Tanrıların yanına gideceğine dikkat çeken Aurelius’a göre kişi, yalın bir şekilde, en iyi olanı seçip özgürce ona bağlanmalıdır.
Aristoteles’in akıl (logos) anlamında ruh kavramıyla örtüşen akıllı ruhun niteliklerini “etrafımızdaki herkesi sevmek; hakikat ve alçakgönüllülük ve hiçbir şeye olduğundan fazla değer vermemek” olarak tanımlar.

Augustinus
Patristik felsefenin en önemli temsilcisidir.
Patristik felsefe genel olarak Kilise babalarının (Patres) felsefesi olarak bilinir.
Augustinus, Plotinus’un Ennead’ını okuduktan sonra Hristiyanlığı benimsemiş ve felsefesinde, bir yandan Platoncu ve Yeni Platoncu görüşleri, bir yandan da Hristiyanlık inancını bir araya getirmiştir.
Augustinus’a göre bütün bilgi ruhun işidir. Ruh akılla donatılmıştır.
Augustinus’a göre insan, ruh ve bedenin birleşmesinden oluşmuş özsel bir birliktir.
İşlevlerine göre dört farklı ruh olduğunu söyler. Bunlardan ilki insanlarda ve hayvanlarda ortak olarak bulunan anima’dır. İkincisi yalnızca insana ait olan animus’tur. Mens insana ait olan ruhun en yüce tarafıdır. Bilgelik, düşünsel bilgiyi ve bilimi içerir. Augustinus, bunların hepsinin üstünde olan ve diğerlerini içeren spiritus adını verdiği dördüncü bir ruh olduğunu söyler. Spiritus akıl ya da zihin anlamında ruh kavramıdır.
Augustinus’a göre duyum bilgisi, en alt düzeydeki bilgi kaynağıdır ve yanıltıcıdır.
Augustinus’a göre, gerçek bilgi değişmeyen bir nesneyi düşünme aracılığıyla, sezgiyle kavramaktır.
Augustinusçu düşüncenin temelinde, düşünülür dünyanın ya da tanrısallığın sezgisi vardır. Doğru bilgiyi insan dolayımsız olarak, sezgi yoluyla zihnindeki doğal ışık yoluyla kavrar.
Augustinus, her şey tartışmalı olsa da kişinin, ne kadar kuşkucu olursa olsun, kendisinden şüphe edemeyeceği bir şey olduğunu, yani onun kendi varoluşundan hiçbir şekilde şüphe edemeyeceğini söyler. Augustinus’un bu sözleri, Descartes’a şöhretin kapılarını açmıştır.
Augustinus, sezgi yoluyla elde ettiğimiz, kesin olarak bildiğimiz üç şey olduğunu söyler, bunlar da var olduğumuz, var olduğumuzu bildiğimiz ve varlığımızı sevdiğimizdir.

Thomas Aquinas
Orta Çağda, Skolastik felsefenin en büyük temsilcisi olarak bilinir.
Skolastik felsefe anlamını, okula ait felsefe ya da okul felsefesi anlamına gelen Scholasticus kelimesinden almaktadır. 1000-1300 yılları arasında Ortaçağ Avrupasına hâkim olan Skolastik felsefe, Hristiyanlık inancının Aristotelesçi öğretiyle birleştirilmesi ve sistematik argümanlarla desteklenmesini vurgulayan bir dönemdir. Aquinas, özellikle Aristotelesçiliği, Hristiyan inancıyla bağdaştırmaya çalışmasıyla tanınır.
Aquinas’a göre doğal bilgi, duyum bilgisi (cognitio sensibilis) ve kuramsal bilgi (cognitio intellectualis) olarak ikiye ayrılır. Duyusal bilginin, kuramsal bilgiye önsel olduğuna inanır.
Aquinas’a göre, duyusal imge ya da suretler, zihin tarafından edilgin bir biçimde alınırlar, ama onlar, dışsal nesnelerin suretleridir. Duyularla zihin arasında yakın bir ilişki olduğunu öne süren Aquinas “zihinde daha önce duyularda olmamış olan hiçbir şey bulunmadığını” söyler. Bunun zorunlu sonucu, zihinde doğuştan hiçbir bilgi, hatta Tanrının bilgisinin bile olmadığıdır (Tabula rasa olayı devam ediyor). Anlama ediminde bulunmak Aquinas için var olmanın bir şartıdır.
Aklın soyutlama etkinliğinde bulunabilmesi için, imgelerden hareket etmesi zorunludur. İmgeler bedenden ayrı bir varoluşa sahip olamadıkları için ruhun bedenden ayrı bir varoluşu mümkün değildir.
Aquinas, akılsal ruhun iki tür etkinlikte bulunduğunu ileri sürer. Edimsel akıl, zihnin duyu nesnesini, duyu verileriyle algılamasını ifade eder. Edilgin aklın anlama edimini gerçekleştirmek için, duyu nesnesinin, zihin nesnesi haline gelmesi gerekmektedir ki bunu da sağlayan etkin akıldır. Etkin akıl, soyutlama ve imgeleme yetileri aracılığıyla duyu nesnelerini anlaşılır hale getiren bir güçtür. Dolayısıyla anlamak için etkin akıl gereklidir.

Descartes
Descartes bir Katolik’tir. Ancak, yaşadığı dönemde popüler olan reform hareketinin kiliseye ve skolastik felsefeye yönelttiği eleştirilerin etkisine kapılmıştır. Bunun sonucunda bildiği/bildiğini sandığı her şeyi bir kenara bırakarak şüpheciliği yöntem edinerek bilimsel bir düşünce kurmaya çalıştı.
Metot Üzerine Konuşma adlı eserinde felsefe için sarsılmaz bir temel kurma çabası içindedir. Ona göre, kıyaslar mantığı, zaten bilineni ortaya koyar. Mevcut disiplinlerde aradığını bulamaz ve bir takım kurallar önerir:
1- Doğruluğundan kesin olarak emin olmadım şeyleri doğru kabul edemem.
2- Problemlerin çözümünde karşılaşılan konu en küçük parçalarına kadar bölümlere ayrılmalı.
3- En basit olandan başlayarak bileşik yapıyı anlamaya çalışmalı.
4- Her hangi bir şeyi atlamadığımdan emin olmak için sürekli olarak geri dönüşler ve kontroller yapmalıyım.

Bu dört maddeyi yöntem edinen Descartes, kendi varlığından emin olduktan sonra (“ben varım” demek yeterli bir kanıttır) kendisinin ne olduğu sorusuna cevap arar. Böylelikle varlık sorusundan öze yönelik soruya geçiş yapar. Demek ki hâlâ Aristotelesçidir. Aristoteles’e göre bir şeyin özü onun gerçekten ne olduğudur.

I. Meditasyon
I. Meditasyon kendilerinden şüphe edilen şeyler hakkındadır. I. Meditasyon’daki argümanların temelinde, felsefe tarihinde birincil ve ikincil nitelikler olarak bilinen ayrım yatmaktadır.
Descartes’a göre, ikincil nitelikler nesneye ilişkin duyumlardan kaynaklanırken birincil nitelikler, nesneye özgü matematiksel niteliklerdir. Descartes, ikincil olduğu kadar birincil niteliklerin doğruluğundan da emin olamadığını belirtir.

II. Meditasyon
II. Meditasyon insan zihninin özünü anlamaya ve zihni tanımanın bedeni tanımaktan daha kolay olduğuna ilişkindir. Felsefi sistemi için aradığı temel taşını cogito ergo sum sözleriyle tespit eder: ona göre düşünüyor olduğunu söylemekle kendi varlığından kesin olarak emin olmakta ve bu kesin bilgiyi, sisteminin temeli olarak ilan etmektedir.
Fakat kimdir ya da nedir bu “ben”? Descartes için “ben düşünen bir şeydir, yani bir zihin, bir anlık ya da us.”
Bu, Descartes’ın Meditasyonlar’daki genel bakış açısını belirleyen düşünen töz (res cogitans) ve uzamlı töz (res extensa) arasında yaptığı radikal ontolojik ayrımın başlangıç noktasıdır. İki töz, karşılıklı olarak birbirini dışlar. Düşünen töz fiziksel değildir ve özü gereği ruhsaldır, buna karşın uzamlı töz fizikseldir, ama düşünemez.
Cisimler duyularla algılanır fakat onlar anlıkla, zihinle, akılla bilinebilir (zira duyular, bildiğimiz bir şeyi zihnimize farklı biçimde getirebilirler, buna karşın insan aklı o şeyin ne olduğunu yine bilir. İşte bu nedenle res cogitans apayrı bir töz olarak ele alınır).

III. Meditasyon
III. Meditasyon Tanrı’ya ve Tanrının varlığına ilişkindir. Descartes’a göre, insan farklı düşünme biçimlerine sahiptir. Bunların arasında sadece yargıların doğruluk değeri vardır. Yanılgılarımızın çoğu da idelerimiz hakkındaki yargılarımızdır. İdeler de doğuştan gelen ideler (ideae innatae), zihnin kendi ürettiği ideler (ideae factitiae) ve dışarıdan gelen ideler (ideae adventitiae) olmak üzere üç türlüdür. Dışarıdan gelen ideler duyu verilerine dayanır. Zihnin kendi ürettiği idelerdeyse imgelem devrededir, bunlar gerçek ve saf olmayan idelerdir.
Tanrı idesi duyuların ürettiği bir ide değildir. O salt imgelemin ürünü de değildir. Bu noktada yeterli neden ilkesine dayanarak, insandaki sonsuz mükemmellik idesinin, kendisi sonsuz ve mükemmel olan bir töze ihtiyaç duyduğunu ve bunun da insan zihnine ancak Tanrı tarafından verilmiş olabileceği sonucuna ulaşır.
Tanrı vardır, çünkü O, Tanrı idesinin tek yeterli sebebidir.

IV. Meditasyon
IV. Meditasyon doğruya ve yanlışa ilişkindir.
Tanrının bize verdiği aklı iyi kullanacak olursak hiçbir zaman yanılmamıza olanak yoktur. Ancak insan sınırlı ve eksiklikleri olan bir varlıktır. Bunlar, hata yapmak için yeterli sebeplerdir. Descartes’a göre asla yanılmamak alışkanlığını kazanmak elimizdedir. İrademizin, bilgimizin ötesine gittiği, yanıldığımız önceki durumları hatırlayarak, sadece açık ve seçik bildiğimiz şeyler hakkında yargıda bulunma alışkanlığını kazanabiliriz.

V. Meditasyon
V. Meditasyonda, maddesel şeylerin özünün, bir kere daha Tanrı ve Tanrının varlığına ilişkinliğidir. Descartes, ben’in tanrıya ilişkin bilgisinden hareketle dış dünyaya yönelir. Dolayısıyla dış dünyanın bilgisine, “düşünüyorum o hâlde varım” önermesine ulaştığı gibi sezgiyle değil, tümdengelim yöntemi ve duyumlarına dayanarak ulaşır. Tanrıyı bilmeden özlere ilişkin herhangi bir bilgiye sahip olmak mümkün değildir.

VI. Meditasyon
VI. Meditasyon, maddesel şeylerin varlığına ve insanın ruhuyla bedeni arasındaki gerçek ayrılığa ilişkindir. VI. Meditasyon’da iki amacı vardır; ilki, maddesel şeylerin var olduğunu göstermek, ikincisi zihnin bedenden ayrı olduğunu göstermek.
Descartes, insanların özsel niteliklerinin düşünme, isteme ve imgelem gibi tamamen ruha ilişkin nitelikler olduğunu ve bedenle hiçbir ilgisi olmadığını söyler. Buna karşın duyum algısı, yer değiştirmek, çeşitli durum ve konumlar almak gibi bir beden gerektiren nitelikler ruhumuzun değil, bedenimizin nitelikleridir ve özümüzü oluşturmazlar.

Açık Seçik İdeler Kavramı
Descartes’ın zihin kuramına göre ideler zihnin nesneleridir.
Descartes akılcı bir düşünür olarak ideyi kavram anlamında kullanır.
Aklın doğuştan gelen ideleri açık seçik algılamasına dayanarak, doğruluğundan şüphe edilemeyecek bir bilgiye varmanın yollarını araştırır.
Descartes’a göre açıklık ve seçiklik, zihnin kavrayışında en yüksek nokta ve bir şeyin doğruluğunun şaşmaz bir kanıtıdır. Ona göre “ancak açık ve seçik olarak kavradığımız şeyler üzerine yargıda bulunduğumuzda hiç bir zaman aldanmamıza olanak yoktur.
Descartes’a göre açıklık bir nesnenin kendisini aracısız olarak kavramaktır. Seçiklik ise nesnenin bilgisinin diğerlerinden ayrılmış ve kesin olmasıdır.

Descartes’ın Felsefesinde Duyguların Rolü
Ruhun İhtirasları adlı eseri, Prenses Elizabeth’in Descartes’ın zihin beden ilişkisine dair kuramına getirdiği eleştirilere bir cevap olarak yazılmış ve ona atfedilmiştir.
Prenses Elizabeth, Descartes’a yazdığı mektubunda uzamsız ve cisimsiz olan bir ruhun, bedeni hareket ettirdiği fikrini, anlayamadığını ifade etmiştir.
Genel olarak ihtiraslar başlığını taşıyan ilk bölümde Descartes ihtirasların özelliklerini ve zihin beden ilişkisini nasıl aydınlattığını ele alır.
İkinci bölümde ihtirasların genel bir sınıflamasını verir.
Üçüncü bölümdeyse belli ihtiraslar ve onların ahlaki yaptırımları üzerinde durur.
Eserin ilk bölümünde belirttiği gibi ihtiras, Descartes’a göre her meydana gelen şeye verilen isimdir.
Descartes “ruhumuzda bir ihtiras olan şey, bedende bir etkidir” diyerek, zihin ve beden arasındaki ayrımı anlamanın en etkili yolunun ihtirasların doğasını anlamak olduğunu belirtir.
Descartes, zihin beden düalizmi temelinde, ihtirasların; bedenin korunmasına, devamının sağlanmasına yönelik olmakla birlikte, insanlarda özellikle ruhun kontrolü altında olduklarını söyler.
Ruh ya da zihnin özü imgeleri içermeyen saf düşünmedir. Descartes’a göre imgeleri içermeyen saf düşünme ya zihnin kendi üzerine ya da Tanrı üzerine düşünmesidir. Saf düşünmenin dışında kalan bütün düşünümler, bedeni ve beyni, bir tasarımlama aracı olarak görmek durumundadır.

Spinoza
Spinoza’nın felsefesi Tanrı ile evreni bir, aynı ve özdeş gören panteist bir felsefedir. Spinoza’nın evren kuramı, skolastik düşünceyle Hıristiyanlığın bir sentezidir (Spinoza Yahudi’dir).
Aristoteles’in mantığında her basit önermenin bir özne ve bir yüklem içermesi, gerçeklikte de tözler ve onların yüklemleri arasında temel bir ayrıma işaret eder.
Spinoza Descartes’ın madde ve zihin ayrımına karşın tek bir töz olduğunu savunmuştur. Bu tek tözü de Tanrı olarak tanımlamıştır.

Spinoza’nın görüşüne göre, zihin ve beden tek bir tözün, yani Tanrı’nın iki ayrı yönü ya da görünüşüdür.
Descartes’in sisteminde sonlu töz olan “uzam” Spinoza’da Tanrının sonsuz sıfatlarından biridir, yani “Tanrı uzamlı varlıktır”
Tanrının özünün bize kendini gösterdiği ikinci biçimiyse “ruh”tur.
Düşünce de “Tanrının bir sıfatıdır, Tanrı düşünen varlıktır.”
Uzam ve düşünme hiçbir ortak nitelik taşımadığı için, zihin ve beden alanları nedensel olarak kapalı sistemlerdir. Uzamlı her şey yalnızca uzam niteliğinin bir sonucudur. Benzer biçimde, her ide zorunlu olarak düşünme niteliğinden çıkar.

Bedenin Bir İdesi Olarak Zihin
Zihin, genel olarak düşünür, özel olarak kavramlar oluşturur.
Her maddesel şey onu temsil eden ya da ifade eden kendisine özgü bir ideye sahiptir. Çünkü bu ide Tanrının sonsuz sıfatlarından biri olan düşünmenin belli bir halidir ve sonsuz ideler serisi Tanrının zihnini ya da sonsuz bir zihni oluşturur.
Doğadaki her cisme karşılık gelen bir ide olduğu, her ide için de ideye karşılık gelen bir cisim olduğuna göre, bu cisim insan varlığı için bedendir. İnsan bedeninin idesi de dolayısıyla zihindir
Ruh, kendi kendisini ancak bedenin duygulanışlarının fikirlerini kavraması bakımından bilir.
Descartes’da maddesel şeylerin ve zihinsel şeylerin düzeni birbirinden ayrıyken Spinoza’da bunlar aynıdır ve insan zihni ile bedeni hakkındaki bilgi de Tanrı’ya bağlıdır.

Spinoza’nın Felsefesinde Duyguların Rolü
Zihnimiz ve zihnimizdeki olaylar, Tanrının sıfatlarından birisi olan düşünmeye bağlı idelerin nedensel bağlantıları içinde varolduğu için, eylemlerimiz ve isteklerimiz de zorunlu olarak diğer doğal olaylar gibi belirlenmiştir. Ruh düşünmenin gerektirilmiş tavrı olduğu için, onun, şunu bunu istemek ya da istememek gibi özgür iradesi olamaz. Ruhta istemek istememek gibi hiçbir mutlak yeti olmamasından hareketle Spinoza, “irade ve zihnin tek ve aynı şey olduğu” sonucuna varır.
Bütün duygulanışlarımız aşk, öfke, haset, kıskançlık, gurur, nefret vb. ”başka tekil şeyler gibi aynı tabiat zorunluluğu ve aynı tabiat erdemine uyarak meydana gelirler.”
Duygulanışlar, etkiler ya da eylemler (actions) ve edilgiler ya da tutkular (passions) olmak üzere ikiye ayrılır.
Etkin olduğumuzda da edilgin olduğumuzda da zihinsel ya da fiziksel yetilerimizde ya da varlığımızı devam ettirme gücümüzde, bir artış ya da eksiliş meydana gelir. Bu yeti, en temel ve ilk ilke olan, varlığımızı koruma ilkesidir.
Spinoza, duygulanışları genel olarak ruhun upuygun olmayan (bulanık) ideleri olarak tanımlar. “Duygulanışlarına bağlı olan insanın kendi kendine bağlı olmadığını” söyler.
Duygulanışların bizi ezmesine, bize hâkim olmasına izin verdiğimiz ölçüde edilgin oluruz. Upuygun fikirlere sahip olmak, bu fikirler bağlamında hareket etmek de etkin olmak, yani erdemli olmak demektir.

Yeniçağda Zihin Felsefesi
John Locke
İngiliz deneyciliğinin en önemli temsilcilerinden biri olan John Locke, deneyci tutumuyla Descartes’ın akılcılığına ve insan zihninde doğuştan fikirler olduğuna karşı çıkmıştır. Bilginin ne olduğu ve hangi alanlarda kesin bilgiye ulaşabileceğimize dair soruları cevaplamaya çalıştığı İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme adlı eserinin ilk kitabını, Descartes’ın doğuştan fikirler görüşünü çürütmeye ayırmıştır.
Descartes’ta zıt olarak bilginin kaynağının deneyim olduğunu söyler. Doğuştan gelen fikirleri reddeden Locke, felsefî sistemini deneyimden kaynaklanan basit fikirlerin çağrışımları üzerine kurar. İnsan zihninin başlangıçta boş bir kâğıt (tabula rasa) gibi olduğunu söyler. Buna göre bütün ideler, kavramlar ve imgeler deneyim aracılığıyla oluşur. İdeler ya dış duyum yoluyla (duyu algıları) ya da iç duyum yoluyla (algı, düşünme, isteme vs. zihin edimleri) edinilir.
Locke, deneyimden elde edilen idelere, yalın ideler adını verir. Locke’a göre iç ve dış duyum yoluyla elde edilen yalın ideler, dış dünyaya ait temsiller ve tasarımlar olarak daha karmaşık idelerin temelini oluştururlar. Zihnin “yineleme, karşılaştırma ve neredeyse sınırsız çeşitlilikteki birleştirme işlemleri” aracılığıyla bu yalın idelerden bileşik ideler ve bir üst düzeyde de soyut ideler elde edilir.
Locke, iki tür tözden söz eder: maddesel töz ve tinsel töz. Maddesel töz uzamlı dolayısıyla şekli olan her şeyi kapsar. Tinsel töz ise zihinsel edimleri işaret eder.

Locke’da Birincil ve İkincil Nitelikler Ayrımı ve Algı Kuramı
Locke, cisimlerde insan algısından bağımsız olarak bulunan uzam, şekil, miktar/sayı gibi unsurları birincil nitelikler olarak tespit eder. Cisimleri algılayan kişiye bağlı olarak değişebilen öznel nitelikleri de ikincil nitelikler olarak ayırır.
Locke’a göre, zihnimizdeki yalın ide, dış dünyada o ideye karşılık gelen bir nesnenin, duyum bilgisinden edinilir, zihinde karşılık geldiği o nesneyi temsil eder. İde, dış dünyaya ait nesnenin bir anlamda zihinsel bir resmi gibidir. Locke’a göre, insanlar dış dünyayı hiçbir zaman doğrudan algılamazlar. Doğrudan, dolaysız olarak bildikleri tek şey, dış dünyadaki nesnelerin zihindeki temsilleri olan idelerdir.

David Hume
Bütün metafizik kurguları hedef alan eleştirel deneyci bir felsefe geliştirmiştir.
İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme adlı eserinde ahlak felsefesinin iki ayrı tarzda ele alındığını belirtir. Bunlardan birine göre insan eylem için doğmuştur. Buna göre davranışlarının ölçüsü de kendi duygularıdır. Akılcı filozoflar ise insanı akıl sahibi bir varlık olarak merkeze alarak davranışlarından ziyade anlama yetisini incelemeye hatta onu biçimlendirmeye çalışmışlardır. Hume’un amacı bu iki görüşü bir senteze ulaştırarak kendi bilimler sistemini kurmaktır.

İdeler ve İzlenimler
İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme’nin ilk bölümünde idelerin kaynağını araştırır. Araştırması bir çeşit algı kuramı ortaya koyar. Olguya güçlülük, canlılık gibi nitelikler atfeden algıları düşünceler ya da idealar (ideler) şeklinde adlandırır.
İzlenimler ise algılarımızın hepsini kapsar. Düşünmenin bütün malzemesi, iç ya da dış duygumuzdan gelmektedir.
Hume’a göre, ideler düşüncelerdir, her hangi bir şekilde bir ideyle bağlantılı olmayan hiçbir kelime, anlamlı bir şekilde kullanılamaz. Zihin idealar arasındaki “benzerlik, zamanda ya da yerde yakınlık, neden ya da etki, bağlantı ilkeleriyle ideaları birleştirebilir, daha karmaşık idealar ve düşünceler ortaya koyabilir.
Hume’a göre insan aklının ikinci temel nesnesi olan olgu sorunları hakkındaki akıl yürütmelerimizin hepsi neden, etki ya da nedensellik ilişkisine dayanır.

Hume, tümevarımın temellerini de sorgular. Ona göre, böyle bir sonuca, akıl yürütme süreciyle ulaşılamaz. Çünkü bütün akıl yürütmeler, tanıtlama ve ide ilişkileri hakkındaki akıl yürütmeler ve moral veya olgu sorunlarıyla var oluş hakkındaki akıl yürütmeler olmak üzere iki çeşide ayrılabilir. Hume’un bilgiyi, bu şekilde sınırlaması Hume Çatalı olarak bilinir. Hume çatalına göre, ide ilişkileriyle ilgili olan bilgi türü, hiç deneye ve gözleme dayanmayan (a priori) önermelerden meydana gelir ve dünyaya ait bilgimizi arttırmayan analitik bilgi türüdür. Olgu ilişkileriyle ilgili olan bilgi türüyse tamamen deneye ve gözleme dayanan (a posteriori) önermelerden meydana gelir ve dünyaya dair bilgimizi arttıran olası bilgi türüdür.
Hume için gerçekten var olduğundan ve bilgisinden emin olabileceğimiz tek şey izlenimlerdir.

George Berkeley
Locke, insan ancak bilincin içindekileri bilebilir, onlara anlamlar yükleyebilir dedikten sonra Berkeley bu önermeden hareketle deneyciliği en üst aşamasına ulaştırarak idealizme ulaşmıştır.
Fiziksel dünyanın zihin dışında bir gerçekliği olmadığını öne süren Berkeley, maddesel gerçekliğin zihne bağlı olduğunu söylemiştir. Berkeley göre madde yoktur, gerçek töz idedir.

Berkeley’de Birincil ve İkincil Nitelikler Ayrımı ve Algı Kuramı
Locke’un nesnelerin kendisine atfettiğimizi söylediği ikincil nitelikler Berkeley’e göre, algılayan kişinin zihnindedir. Dolayısıyla görelidirler. Maddi tözü kabul etmeyen Berkeley birincil niteliklerin de zihne bağlı ve göreli olduklarını söyler.
Berkeley’in görüşüne göre, bir şeyin var olduğunu söylemek, onun bir zihin tarafından algılandığını ya da algılanabileceğini söylemek demektir. Buradan hareketle, Berkeley, dış dünyanın, zihinden bağımsız bir gerçekliği olamayacağı sonucuna varmıştır.

Kant
Kant, akılcı düşünce geleneğinin bütünüyle uzak durduğu metafiziği ele alıp bir bilim olarak mümkün olup olmadığını araştırdığı Saf Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft) adlı yapıtıyla düşünce geleneğinde çığır açmıştır.
Metafizik, genel olarak deneyim alanının dışında kalan bilgileri içerir. Kant, insan zihninin deneye başvurmadan bilgi üretebileceğini kabul eder. Saf matematik, saf doğa bilimi der buna. Kant’ın asıl araştırması böylesi bilgilerin nasıl mümkün olduğuna dairdir.
Kant’ın bu araştırmasının başlangıç noktası Hume’un İnsan Anlığı Üzerine Bir Soruşturma’sına dayanır. Hume’un neden etki idesi ve zorunlu bağlantı idesi hakkındaki düşüncelerini eleştiriden geçirerek kendi transendental felsefesinin yollarını döşemeye başlar.
Transendental sözcüğü yalnızca Kant felsefesi içinde anlamı olan, uydurma bir sözcüktür. Transendent sözcüğü aşkın anlamına gelir, ama transendental sözcüğü, bir terim olarak, bilgimizin herhangi bir şeyi aşmasını değil, bilme yetimiz hakkındaki bilgiyi anlatır.

Kant Descartes’ın Her şeyi tamamen ruh ve beden olarak iki töze indirgemesini doğru bulmaz. Descartes’dan sonra gelen akılcı düşünürlerin de Descartes’ın izinden giderek, hiç deneye dayanmayan, tamamen (a priori) bilgiye dayanan felsefe sistemleri kurmasını eleştirir.
Kant, eserlerinde zihin kavramını değil, akıl kavramını kullanır.
Aklın deneye hiçbir şekilde başvurmadan işlemesine dayanan bilimler, eğer gerçekten bir bilim olacaklarsa kavramların çözümlenmesinden öte, bilgimize yeni bazı eklemeler de yapmalı, bilgimizi genişletmelidirler. Kant’ın ifadesiyle söylenirse, “sentetik” olmalı (Kant 1995: 15) ve “deneyden ve hatta bütün duyu uyaranlarından bağımsız” (a priori) yargılar vermelidirler. Kant, bu türden yargılara, “sentetik (a priori)” yargılar adını veriyor.
“sentetik (a priori) yargılar nasıl olanaklıdır?”
Sentetik (a priori) yargılara ilişkin soru dört alt soruya ayrılır:
1. Saf matematik nasıl olanaklıdır?
2. Saf doğa bilimi nasıl olanaklıdır?
3. Genellikle metafizik nasıl olanaklıdır?
4. Bilim olarak metafizik nasıl olanaklıdır?
İlk ikisinin yanıtı, insanın zihin yapısının bir bütün olarak ortaya konması anlamına gelir. Üçüncü sorunun yanıtlanması, metafiziği, köklerinin aydınlatılmasına götürür. Dördüncü sorunun yanıtıysa metafiziğin, yüzyıllardır yürüdüğü yoldan, nasıl döndürülebileceğini gösterir.

Saf matematiğin olanağı, şeyleri (a priori) görmemizi sağlayan, duyusal görünün sadece biçiminden (saf görülerde) kaynaklanır. Bu nedenle nesneleri kendi başına oldukları gibi değil, duyularımıza göründükleri gibi biliriz. Böylece algılarımıza verildiği biçimiyle dünya “deneysel bir görünün belirsiz nesnesi” olarak “görünüş” adını alır.

Kant’a göre, deneye ilişkin bilgileri ortaya koyabilmemiz, zihnimizin iki kaynağından gelir. Birinci aşamada, kendinde şeyler tarafından uyarılan duyusallığımızın oluşturduğu tasarımlarla bir nesne bize verilir, ikinci aşamadaysa bu tasarım (verilmiş nesnenin tasarımı) belirli bir ilişki içinde düşünülür.
İnsan zihninin ilk öğesi, dünyayla ilişkiye geçebilmemizi sağlayan uzam ve zaman, görme biçimlerinin (görülerinin) sahibi olan duyusallıktır.
Ancak insan, dünyayı sadece algılamaz; onun hakkında yargıda bulunur. Düşünme etkinliği, anlama yetisinin saf kavramları ile gerçekleşir. Kant’a göre anlama yetisinin saf kavramları, görüden ya da duyusallıktan gelmez, düşünmeye ve anlama yetisine aittirler.
İlk iki aşamada zihnin üretti bilgiler yalnızca bir tasarımdır. Dünya insan zihnine sığabilecek kadar büyük değildir. Bu noktada Kantçı zihin anlayışının üçüncü öğesi karşımıza çıkar: Akıl. Deneye ilişkin bütün anlama yetisi etkinliklerinin birliğini sistematik kılmak aklın işidir. Aklın bu işlevi, aklın saf kavramlarının üretimini sağlar. Kant saf akıl kavramlarına “transendental ideler” adını verir. Böylelikle akıl da “ideleri üreten yeti”nin adı olur.
Kant, transendental idelerin, üç sınıf oluşturduğu sonucuna varır: “Bunlardan birincisi düşünen öznenin mutlak (koşulsuz) birliğini, ikincisi görünüş koşulları dizisinin mutlak birliğini, üçüncüsü de genel olarak düşüncenin bütün nesneleri koşulunun mutlak birliğini içerir.”

Kant, anlama yetisi kavramlarının, idelerin kendi bilgisinin elde edilmesi amacıyla kullanılmasına “aşkın kullanılış” adını verir. Tanrı, ruh ve evren gibi, anlama yetisi varlıkları (noumena) hakkında “ne saf görülerle, ne de saf anlama yetisi kavramlarıyla belirli hiçbir şey bilemeyiz.” Kant’ın Tanrı, evren ve ruh olarak belirlediği bu aşkın ideler zihnin koşulsuz birlik ilkeleri arama eğiliminin bir sonucudur.

Descartes, çok önem verdiği “cogito” alanının boyutlarını kavrayamamıştır.
Kant ve Descartes arasındaki temel ayrım noktalarından birisi “Ben”e yaklaşımlarında ortaya çıkar. Descartes’da “Ben” somut, çürütülemez bir şekilde dolaysız bir sezgi yoluyla asli gücü içinde kavranan bir gerçeklikken Kant için “Ben” gerçeklikten yoksun, yalnızca bilgi için gerekli (a priori) bir durumdur. Dolayısıyla özne deneyimlenmez, yalnızca kabul edilir.

Zihin Beden Sorunu
ZİHİNSEL VE FİZİKSEL NİTELİKLER AYRIMI
Bilim ve felsefenin de ana hedefi, tamamen doğal, fiziksel dünyada düşünme ve duygunun, nasıl yer aldığını anlamaktır.
Zihin beden sorunu, zihnin maddeten farklı olduğu varsayımına dayanır.
Zihinsel şeylerin sahip olduğu, ama fiziksel nesnelerin sahip olmadığı şey nedir?

Zihinsel nitelikler
Fiziksel nitelikler
Zamansal
Uzam-zamansal
Özel
Genel
Düzeltilemez
Düzeltilebilir
İçsel
Dışsal
Tek
Çok
Bağımsız
Belirlenmiş
Etkin
Edilgin
Ben
Öteki
Kutsal
Kutsal değil
Bölünemez
Bölünebilir
Şekilsiz
Şekilli
Görülemez
Görülebilir
Yönelimsel
Yönelimsel değil
Öznel
Nesnel

ZİHİNSEL OLGU TÜRLERİ
Duyumlarla ilgili zihinsel olgular / tanımlanabilen algı verileri, “Yalın his” ve “algılanmış nitelikler” (qualia) şeklinde ifade edilir. Algılanmış nitelikler felsefenin en karmaşık sorunlarından biridir. Soyut bir nitelemenin nasıl oluştuğu bir yana, farklı insanlarda belirli bir soyut kavramın ne ölçüde benzer olduğu dahi net olarak ortaya konulamamaktadır.

Algılanmış niteliklerden başka zihinsel olgular kategorisinde bir de bir kişiye ya da organizmaya psikolojik filler yardımıyla atfedilen zihinsel durumlar vardır (umuyor, inanıyor, korkuyor vs.). Bu tür zihinsel durumlara ifadesel tutumlar (propositional attitues) adı verilir. İnanma ve arzu etme (isteme) en temel ifadesel tutumlardır.
Bunların dışında çok geniş, bir ölçüde belirsiz, hisler ve duygular başlığı altında toplanabilecek çeşitli zihinsel durumlar vardır.
Eylemleri “salt bedensel hareketler”den ayıran şeyin tam olarak ne olduğuna ilişkin tartışma, zihin felsefesinin ana konularından biridir.

ZİHİN VE BEDENİN ETKİLEŞİMİ SORUNU
Zihin beden sorunu tartışılırken en çok referans gösterilen filozof Descartes’tır. Descartes’a göre zihin ve madde olmak üzere iki töz vardır. Zihnin belirleyici niteliği düşünme, maddenin belirleyici niteliği yer kaplamadır. Bu iki töz ortak nitelik içermezler. Ortak töz içermeyen bu iki töz nasıl oluyor da etkileşimde bulunuyorlar? Bu sorunu aşmak için Descartes’ın töz düalizmini reddeden kuramlar ortaya atılmıştır: epifenomenalizm, işlevselcilik, indirgemeci olmayan fizikalizm ile nitelik düalizmi ve paralelizm gibi çeşitli düalist kuramlar.

Töz Düalizmi (Substance Dualism)
Zihin ve beden arasında nedensellik ilişkisi olduğunu savunan düalist görüş psiko-fiziksel etkileşimcilik ya da kısaca etkileşimcilik (interactionaism) olarak bilinir (Kartezyen düalizm olarak da anılır). Töz düalizminin en temel özelliği, zihinsel olanın fiziksel olana indirgenememesidir.
Descartes, zihnin bedenle beynin merkezine yakın bir yerde olduğunu düşündüğü kozalaksı bez (Pineal gland) aracılığıyla etkileştiğini ileri sürmüştür. Descartes’ın tanımlamasına göre bu bez günümüzde sinir akımı dediğimiz şeye karşılık gelir.

Psiko Fiziksel Paralelizm (Psycho-Physical Parallelism)
Zihinsel ve bedensel olayların birbirine paralel ancak birinin diğeriyle etkileşim halinde olmadığını savunan düalist görüştür. En önemli temsilcisi Leibniz’dir
Zihinle ilgili olayların bedenle ilgi olaylarla düzenli bir şekilde birbirine paralel olarak gerçekleşmesi aralarında bir nedensellik bağı olduğu anlamına gelmez. Paralelizm de töz düalizminin içine düştüğü sorunlardan kurtulamaz.

Aranedencilik (Occasionalism)
Descartes’ın zihin ve beden düalizmini çıkış noktası olarak alan Aranedencilik (occasionalism) bu iki töz arasında bir nedensellik ilişkisi olmadığını, zihinsel ve fiziksel olaylar arasında ancak Tanrı’nın aracılığıyla bağ kurulabildiğini söyler. Elinizi sallamak istemeniz, elinizi sallama hareketinizin nedeniymiş gibi görünüyor. Ama paralelizm ve aranedenciliğe göre bu sadece bir yanılsamadır; gerçekte, elinizi sallamanız Tanrı’nın istemesiyle gerçekleşmiş bir olaydır.

İdealizm
Yalnızca zihinsel olayların ya da zihinlerin var olduğunu ileri süren görüştür. İdealistler fiziksel dünyadaki nesnelerin var olduğunu reddetmezler, yalnızca onların kendilerini algılayacak, düşünecek bir zihnin dışında, var olduklarını reddederler.

Epifenomenalizm (Epiphenomenalism)
Zihinsel olayların mekanik beyin süreçlerinin yan ürünü olduğunu ileri süren düalist bir kuramdır. Epifenomenalizmde nedensellik tek yönlüdür, yalnızca fiziksel olaylar zihinsel olayların nedeni olabilir.
Bu görüşe göre zihinsel olaylar, beynin işleyişinin nedensel sonucudur, ama hiçbir zihinsel olay ve süreç, fiziksel olay ve durumların nedeni olamaz. Epifenomenalizmde nedensellik tek yönlü işler; zihinsel olan fiziksel olana, nedensel olarak bağlıdır. Epifenomenalizm, özellikle sinir bilimciler tarafından kabul gören bir görüştür.

Nitelik Düalizmi (Property Dualism)
Yalnızca fiziksel tözün var olduğunu kabul eden ve zihinsel olayların fiziksel beynin özel nitelikleri olduğunu öne süren düalist görüşe nitelik düalizmi adı verilir. Nitelik düalizmine göre zihinsel durumlar indirgenemezler; zihnin tamamen fiziksel bir çözümlemesi yapılamaz. Nitelik düalizmi, yalnızca tek bir tözde (fiziksel tözün) fiziksel ve zihinsel olmak üzere iki tür niteliğin var olduğunu savunur.

Materyalizm
Yalnızca fiziksel tözün varlığını kabul ederler. Materyalistler için en önemli sorun, zihinsel olayları tamamen fiziksel terimlerle açıklayabilme çabasıdır. Böylesi indirgemeci bir tutum takınan materyalizm çeşidi, davranışçılıktır.

Felsefi Davranışçılık (Philosophical Behaviorism)
Davranışçılık görüşüne göre zihinsel durumlar belli bir davranıştan ya da belli bir davranışta bulunma eğiliminden başka bir şey değildir.
Felsefi davranışçılığın en önemli temsilcisi Gilbert Ryle, Kartezyen düalizmini kategori hatası yapmakla suçlar. Zihni, davranışla ortaya konan ve ifade edilen şeylerden başka bir şey olarak tasarlamak, aynı şekilde bir kategori hatasına düşmek demektir.

Zihin Beyin Özdeşliği Kuramı
Zihinsel durumların fiziksel durumlarla özdeş olduğunu iddia eden zihin beden özdeşliği kuramının en önemli sorunu, zihinsel durumlarla özdeş olabilecek fiziksel durumları bulmaktır. Zihin beden özdeşliğini savunanlara göre, her bir zihinsel durumun, kendisine özdeş olan, bir beyin durumu vardır. Zihin beden özdeşliği kuramı, zihinsel olayların, beynin fiziksel ve nörolojik işleyişinin ötesinde ve dışında bir şey olmadıklarını, zihinsel olayların fiziksel olaylarla aynı şey olduğunu iddia ettiği için, indirgemeci bir kuramdır.

İşlevselcilik (Functionalism)
İşlevselciler belli bir zihinsel durumu, belli bir işlevsel rolle tanımlarlar. İşlevselcilik bir anlamda zihin beden sorununu bertaraf etmeye çalışır. Zihinsel bir durumda olmak, işlevsel bir durumda olmak demektir.

Ne düalizm, ne de materyalizm zihin beden sorununa etraflı ve kesin bir çözüm getirememiştir.

Yapay Zekâ
YAPAY ZEKÂ VE TURİNG TESTİ
Yapay zekâ çalışmaları, iki amaç doğrultusunda gelişmektedir. Bunlar, insan zekâsını taklit eden bilgisayarlar geliştirerek, insan zihninin işleyişini daha iyi anlayarak, daha kullanışlı bilgisayar uygulamalarının yazılmasını sağlamaktır.

Yapay zekâ terimi, ilk defa 1956 yılında John McCarthy tarafından ortaya atılmıştır.
“Makineler düşünebilir mi?” vsorusunu ilk defa cevaplamaya çalışan kişi Alan Turing’dir.
Turing testi birbirlerine bir bilgisayar ekranı ve bir klavyeyle bağlı üç odadan oluşur. Bu odalardan birinde bilgisayar, diğerinde bir insan oturur. Üçüncü odada oturan sorgucunun (insan) görevi, kendisiyle bilgisayar ekranı aracılığıyla konuşanlardan hangisinin insan, hangisinin makine olduğunu anlamaktır. Turing’e göre sorgucu, bu testte insanı bilgisayardan ayırt etmeyi % 50’den daha az başardığında, yani sorgucu insanı bilgisayardan ayırt edemediğinde, bilgisayarın zeki olduğu, düşündüğü söylenebilir.
Yalnızca biyolojik organizmalar duygu ve düşünme yetisine sahiptir. Biyolojik olmayan makinelerin düşünmeye duyguya sahip olduğu söylenemez.
Yapay zekânın çıkış noktası, düalist bir dünya görüşünün aksine, duyguların ve düşüncelerin fiziksel dünyaya ait olduğu, makineler tarafından taklit edilebileceği fikridir.

Kuvvetli yapay zekâ yaklaşımı gerekli teknolojik ilerleme sağlandıktan sonra makinelerin, yani dijital bir bilgisayarın insan zekâsına ve duygularına sahip olacağını ileri sürer.
Zayıf yapay zekâ anlayışına göre makinelere, yani dijital bir bilgisayara, düşünmeyi öğretmek mümkün değildir.

John Searle, çığır açan Zihinler, Beyinler ve Bilim adlı kitabında, zihin beden sorununa çözüm olarak önerilen, işlevselci ve indirgemeci materyalist kuramlara karşı, indirgemeci olmayan bir materyalizm öne sürer. Searle’e göre kuvvetli yapay zekâ görüşünden çıkarılacak sonuç, insan zihninde biyolojik hiçbir öğenin bulunmadığıdır.
Searle’e göre uygun programlanmış bir bilgisayar gerçekten de bir zihindir.
Searle, bilgisayar programlarının, salt biçimsel ve sözdizimsel özelliği olduğunu bu özelliklerinden dolayı da zihinsel süreçlerden farklı olduğunu savunur. Çünkü; Searle’e göre zihinsel durumlarımız, salt biçimsel ve sözdizimsel sıralamanın ötesinde, tanımları gereği belli bir içeriğe sahiptir. zihin, sözdizimin ötesinde anlambilimi de barındırır. Hiçbir bilgisayar programının zihne sahip olmamasının nedeni, bilgisayar programlarının sözdizimsel, zihinlerinse hem söz, hem de anlamdizimsel olmalarıdır.

Çince Odası Deneyi
Searle’ün bilgisayarların düşünemediğini göstermek amacıyla tasarladığı bir düşünce deneyidir. Saerle’e göre, bilgisayarda Çince odasındaki hiç Çince bilmeyen kişinin durumunda olduğu gibi, anlamı bilinmeyen Çince simgeleri işleten bir biçimsel program vardır ve bir dili anlamak demek, bir takım biçimsel simgeleri bilmek demek değil, uygun zihinsel durumlara sahip olmak demektir.
Searle’e göre, sistemin sözdiziminden anlam dizimini çıkarmasına imkân yoktur.
Kuvvetli yapay zekâ savı, bilgisayarların düşünme üretebileceği üzerine kurulmuştur ve Searle’ün de karşı çıktığı bu savdır.

Sembolik yapay zekâ sistemleri yukarıdan aşağıya bir düzenle akıl yürütmeyi, bilmeyi ya da her ikisini birden taklit edecek şekilde programlanmışlardır.
Beyni taklit eden bağlantılı ya da yapay sinirsel sistemler yaklaşımın çıkış noktası, beynin yapısı üzerine yapılan çalışmalardır. Bu yaklaşımı savunanlara göre, eğer sinir hücrelerini temsil eden birçok basit işlemci yoğun bir şekilde birbirine bağlanırsa milyonlarca satırlık kodlar yazmak zorunda kalmadan beyin benzeri davranış elde edilebilir.

Kişisel Özdeşlik Sorunu
Kişisel özdeşlik sorunu “ben kimim?” sorusunun felsefede ele alınış şeklidir.
Felsefi bakış açısından kendilik ve kişi kavramları birbirinden farklıdır.
Kişi (person), bedensel olarak ayırt ettiğimiz sosyal kişiyi tanımlar. Aynı zamanda; inançlar, arzular gibi yönelimseldir, ağrı hissetmek gibi nitelikseldir. Burada zihinsel durumların tamamının öznesi durumunda olan bireydir. Kendilikse (self) bütün kişisel yaşantıların, ilk elden, aracısız olarak içsel bir bütünlük içererek öznenin kendisine ait yaşantılar olarak, yansıtıldığı şekliyle bireyi temsil eder.
Bir kişi her şeyden önce bir zihne sahiptir.
Kişi olmayı belirleyen zihinsel özellik ve kapasiteler:
• Duygu ve hislere sahip olma kapasitesi
• Geçmişi hatırlama, geleceği öngörme ve plan yapma yeteneği
• Ahlaksal, estetik ve dinsel yargılarda bulunma yeteneği
• Soyut düşünme yeteneği
• Dil kullanabilme yeteneği
• Özsel bilince ve öznelliğe sahip olma yeteneği
• Kişilerarası ilişkiler kurabilme ve yürütebilme yeteneği

Ego Kuramı
Ego kuramına göre kişisel özdeşlik, maddi olmayan, uzamsal olmayan, ölümsüz ruha dayanmaktadır. Kartezyen düalizme dayanan ego kuramı, kişinin varlığının sürekliliğini, belirli bir egonun ya da kişinin sahip olduğu deneyimlerin öznesinin varlığını yadsıyarak açıklayamayacağımızı öngörür. Kişinin yaşantılarının bütünlüğü, bu yaşantıların aynı kişi tarafından yaşanmış olmasına, yaşantıların öznesine bağlıdır.

Bundle (Yığın) Kuramı
Bundle (yığın) kuramını ortaya atan Hume’a göre, sürekli, değişmeyen bir kendilik fikri bir yanılsamadır ve dolayısıyla kişisel özdeşlik tasarımından bahsetmek saçmadır. Hume göre kişi, sadece belli bir zamandaki zihinsel durumların, izlenimlerin ve tasarımların bir araya gelmesinden ibarettir.
Hiçbir izlenim, hayat boyu sürekli aynı kalamayacağı için, gerçek bir kendilik tasarımına sahip olamayız.
Thomas Reid, kişinin yalnızca izlenim ve tasarımların bir araya gelmesinden ibaret bir şey olduğu fikrini şiddetle eleştirmiştir. Reid’e göre, kişisel özdeşlik, kişinin kendim dediği bölünmez şeyin sürekliliğini zorunlu kılar. Reid kendiliği düşünen, tasarımlayan, sorun çözen, eyleyen, acı çeken bir şey olarak tanımlar.

KİŞİSEL ÖZDEŞLİK SORUNU
Kişisel özdeşlik sorunu, hem farklı deneyim ve yaşantıların nasıl olup da aynı kişinin deneyimleri olabildiği, yani bütünlük sorunu, hem de kişiyi zaman içinde aynı kişi yapan şeyin ne olduğu, yani kimlik sorunudur.

Bütünlük Sorunu
İnsan yaşamı boyunca birçok duyumlara, duygulara, düşüncelere, hatıralara vb. sahiptir. Bütün bu deneyimlerin ortak olarak paylaştıkları tek husus, hepsinin o kişinin deneyimleri olması, hepsinin o kişinin zihninde olmalarıdır. Ama, bu farklı deneyimlerin, aynı kişinin deneyimleri olarak, aynı çatı altında toplanması nasıl mümkündür? Farklı deneyimleri, bir ve aynı bende bir araya getiren bütünlük ilkesi nedir?

Kimlik Sorunu
Karşımızdaki insanı çeşitli şekillerde tanırız (dış görünüş, ses vs.). Esas olarak kişisel özdeşliği sağlayan şey nedir? Kişisel özdeşliğin bilinçten doğması demek, kendiliğimizin bilincinde olmamız demektir. Bu da hayatımızda süre giden değişiklikler boyunca, yani hayatımızı oluşturan ardışık deneyimler boyunca kendimizi aynı kişi olarak hissetmemiz demektir. Görüldüğü gibi, kişisel özdeşlik sorununa iki temel yaklaşım söz konusudur. Bir kişinin, zaman içinde aynı kişi olarak sürekliliğini sağlayan şeyin ne olduğuna bağlı olarak, iki temel kişisel özdeşlik ölçütü vardır. Bunlar bedensel süreklilik ve zihinsel süreklilik ölçütleridir.

BEDENSEL SÜREKLİLİK ÖLÇÜTÜ
Bedensel süreklilik ölçütüne göre, kişinin zaman içinde aynı kişi olarak kalması, aynı bedende yaşayan insan varlığı olarak kalmasıyla mümkündür.
Herhangi bir şeyin, zaman içinde aynı şey olarak kalıp kalmadığının bir ölçütü arandığında, ilk aklımıza gelen şey, o şeyi kendisi yapan şeyin ne olduğuna bakmaktır.
Kişisel özdeşliğin bedensel ölçütü, fiziksel nesnelerin, zaman içindeki sürekliliğine ilişkin ölçütlerin, kişilere uyarlanmasıdır.

PSİKOLOJİK SÜREKLİLİK ÖLÇÜTÜ
Psikolojik süreklilik ölçütüne göre, kişisel özdeşliği oluşturan şey, zihinsel durumların kalıcılığı ve sürekliliğidir.

Kişisel Özdeşlik ve Bellek Ölçütü
Locke’a göre, kişisel özdeşliğin özü kalıcı, değişmeyen töz değil, öz bilince sahip olan kendiliğimizdir. Bilinç, geçmiş yaşantılara uzatılabildiği ölçüde, kişi geçmişini hatırlayabildiği ölçüde, kişinin eylemlerini, aynı kendilik altında bir araya getirebilir. Böylece, şimdiki ve geçmişteki eylemlerinin bilincine sahip olan kişinin, özdeşliğinden bahsedilebilir.

Bellek Ölçütüne Farklı Yaklaşımlar
Locke’un bellek ölçütünün döngüselliğini bertaraf etmek üzere, Shoemaker ve Parfit gibi düşünürler, birbiriyle geçişli ilişkiler içinde bulunan farklı zihinsel durumların, nedensel olaylar zinciri içinde var olmasını, kişisel özdeşlik ölçütü olarak öne sürmüştür. Kişisel özdeşlik, aynı bedende yaşanan düşünceler, duyumlar gibi, zihinsel olayların ve durumların, zincirleme şekilde birbirine nedensellik bağıyla bağlanmasına dayanır.

Bilinç Sorunu
Bilinç kavramı zihin beden sorununun merkezinde yer alır.
Bilincin ne olduğunun açıklanması, bizzat zihnin ne olduğunu açıklamayı gerektirir.
Locke bilinci, kişinin kendi zihinsel durumlarının, içe bakış yöntemiyle dolaysız olarak farkında olması, olarak tanımlamıştır. Locke’a göre, “bilinç, her zaman duygu ve algılarımızla birliktedir.
Bilinçle ilgili esas sorun, öznel deneyim sorunudur. Her algıladığımızda ya da düşündüğümüzde, zihnimizde bir bilgiişlem süreci yer alır, ama bunun yanında öznel, yani kişiye özgü bir algı ya da düşünme deneyimi de mevcuttur.
Her hangi bir olgunun bilinç olgusu olarak nitelendirilmesinde üç temel öğenin öne çıktığı görülmektedir. Bunlar, bilincin öznel bir deneyim olduğu, yönelimsellik içerdiği ve farkındalıkla son derece bağlantılı olduğudur.

Farkındalık
Farkındalık sorunu bilinçle ilgili en temel sorundur. Farkındalık sorunu, bir kişinin nelerin farkında olup, nelerin farkında olamayacağı arasındaki farkın ortaya konulmasıdır.
Kendi zihnimizde ya da bedenimizde olanları özel bir şekilde, birinci şahıs bilgisiyle biliriz. Buna dolaysız farkındalık ya da ayrıcalıklı erişim adı verilir.

Bilincinde olmadığımız zihinsel durumların olup olmadığı zihin felsefesinin en önemli tartışma konusudur. Bir telefon numarasının zihinde hatırlanmasıyla (zihinsel durum) bellek kaydından alınarak bilince gönderilmesi (sinirsel ve fizyolojik durum) arasında nasıl bir bağlantı vardır?

Larry Weiskrantz (1989) tarafından yapılan deneylerde hastaya, “kör görü”süolan bölgeye renkli bir ışık yansıtılarak ne gördüğü sorulur, hasta samimi bir şekilde, bir şey görmediğini söyler. Bu hastalar aslında duyum bilgisini beyinlerine almakta, işlemekte ve neyi gördüklerinin bilgisine sahip olmaktadırlar. Ancak bu süreç tamamen bilinçlerinin dışında gerçekleşmekte, yani bildikleri şeyi gördüklerinin farkına varamamaktadırlar.
Weiskrantz’ın “kör görü” hastalarıyla yaptığı deneylerdeki bütün nitel zihin halleri, yani algılanmış niteliklerin tamamı, hastanın bilincinin dışında olursa ne olur, sorusunu akla getirmiştir. Bu konuda geliştirilen düşünce deneyi, zihin felsefesi literatüründe yoksun nite (absent qualia) olarak geçer. Bu düşünce deneyinde, hastanın bütün duyularının mükemmel işlediği, ama görme, işitme, koklama, tat alma gibi duyularının hiçbirinin nitel bir algısı olmadığı varsayılır. Literatürde bunlara zombi adı verilir.

ÖZNELLİK VE BİLİNÇ
Öznellik bilincin özüdür. Bilinç öznel deneyimle bağlantılı olması bakımından kişinin kendine yönelik farkındalığı, yani kendilik bilinci olarak tanımlanır.
Acıktığımızı hissederiz ve biliriz. Bu, birinci düzey bilinç durumudur. Acıktığımızı bilmek, bunu ifade etmekse ikinci düzeyden bir bilinç durumudur. Kısaca, kişinin kendi eylemlerinin farkında olması olarak tanımlanan bu ikinci düzeydeki bilinç, belirleyici niteliği yönelimsellik olan her türlü öznel farkındalık durumunu ifade etmek üzere kullanılır.

Kendilik Bilinci
Kendilik bilinci, kişinin kendi kendinin, yani kendi içsel, zihinsel durumlarının farkında olmasıdır.
Kant’a göre, özne tam algısı ya da “bilinçli algılaması” sırasında kendi bilincine varmaktadır. Tam algı algılayanın kendini idrak etmesi, kendini algılamasıdır. Bir başka deyişle tam algı, algılanan nesne karşısında bu algılamayı yapan özne olduğunun bilincine varmaktır.
Kant’a göre, saf tam algının birliği, bütün sentezi a priori olarak önceleyen “kendilik bilinci”dir. “Kendilik bilinci” sayesinde özne, yetileri aracılığıyla kurduğu tasarımsal dünyayı ve bilgisini bir birlik içinde tutar. “Kendilik bilinci”, bu nedenle bütün yetileri, a priori olarak öncelemek zorundadır.

YÖNELİMSELLİK VE BİLİNÇ
Yönelimsellik, bilincin, her zaman bir şeyin bilincinde olması demektir. Ancak bilincin nesnesi, her zaman, gerçekten orada var olan bir şey olmak zorunda değildir (bilimsel ve felsefî etkinliğimizin motoru da budur zaten).

Husserl’in Fenomenolojisinde Yönelimsellik Olarak Bilinç
Husserl’in temellerini attığı fenomenolojinin ana konusunu “yönelmişlik” sorunu oluşturmaktadır. Bilinç her zaman bir şeyin bilincidir.
Brentano “bilincin yönelmişliği”ni, belli bir nesneye yönelmişliği olarak tanımlar. Oysa bu tanım, Husserl”e göre, özellikle sanrılar ve yanlış algılamalara ilişkin olarak, büyük güçlükler çıkarmaktadır (bilincin yönelmişliğinin nasıl oluştuğu sorusu ve yanlış anlamalar, yanılsamalar gibi).
Bilincin bütün özelliklerinin hepsini birden noema diye tanımlayan Husserl, noema’ nın belli bir zamanda bilinci, görünüşte bir nesneye yönelmiş olarak kendisini gösteren edimle birleştirdiği saptamasında bulunmuştur. Bu anlamda noema bilinç ediminin yöneldiği nesne olmaktan çok, bilincimizin nesneyle ilişkiye geçmesini olanaklı kılan yapıdır.
Husserl’e göre, her bilinç edimi, ‘cogito’ bir yönelimdir, bir seçimdir. Her bilinç ediminin bir nesnesi vardır. “Düşünüyorum” mutlaka “bir şeyi düşünüyorum” anlamına gelir.
Fenomenolojik tavırda nesneler artık, gerçek nesneler olmaktan çıkmış “ide”ler olarak ele alınmaktadır. Nesneler “doğal tavırda” olduğu gibi gerçekte değil, birer bilinç fenomeni olarak bilinçte var olurlar. İşte fenomenolojinin söz konusu ettiği fenomenler, bu nedenle “özsel” dir. Noema, her zaman için, bir kişinin noema’ sıdır.
Ağaç, noema olarak bir anlamdır. Dış dünyadaki ağaç yanabilir, ama ağacın noema’ sı yanmaz. Nitekim Husserl, nesnenin “verili” olarak deneyimlendiği her türden edim için, “görü” terimini kullanmaktadır.
Husserl’e göre fenomenoloji, gözlemden çok, algıyı içerir. Bilinç akışının bireysel bileşenlerini gözlemek yerine, zihinsel fenomenlerin özünü, sezgi yoluyla kavrar.
Husserl’e göre, Descartes’ın en önemli hatası, cogito’dan hareketle tözsel öznenin varlığını çıkarsamaktır. Cogito, Descartes’da olduğu gibi, ego’nun tözsel apaçıklığının bir göstergesi değildir. Aksine ego’ su olmakla bilinçli olmanın, aynı şey olduğunun göstergesidir.

BİLİNÇ SORUNUNA FELSEFİ YAKLAŞIMLAR
İnsan uyurken ya da komadayken bilinçli sayılır mı?
Fiziksel bir evrende bilinç nasıl mümkün oluyor?

Yeni Gizemciler
Beynin bilincin nedensel temeli olduğunu kabul eden, ama bu bağlantının doğasının, bizler için bir giz olduğunu iddia eden araştırmacılara yeni gizemciler adı verilir.

İndirgemeci Olmayan Fizikalizm (Supervenience)
Bilincin tamamen beynin durumlarını izleyerek, onlara bağlı olarak, ortaya çıktığını varsayar. Bu görüşün en önde gelen savunucuları Jaegwon Kim ve John Searle’dür.

Panpsişizm (Tüm Ruhçuluk)
Panpsişizm bilincin evrende her yerde olduğunu iddia eden görüştür.
Thomas Nagel “What Is It Like To Be A Bat?” (“Yarasa Olmak Nasıl Bir fieydir?”)adlı eserinde bu görüşü dillendirir. David Chalmers, Nagel’i izleyerek, bilinçli bir termostat olmak nasıl bir şeydir sorusunu, son derece inandırıcı bir şekilde cevaplar. Eğer termostat bilinçliyse o zaman, parçaları da mı bilinçlidir? Panpsişizm bu tür soruları kendi içinde tutarsızlığa düşmeden cevaplayamaz

Bilince Evrimsel Bakış Açısı
Nicholas Humphrey bilincin, bireyin ait olduğu grubun diğer üyelerinin hareketlerini tahmin edebilmesini sağlayacak bilişsel bir hile olarak evrimleştiği fikrini savunur. Bu anlamda bizler, kendi bilincimizi, başkalarının bilincini anlama konusunda bir model haline getiririz. Bilinç, Humphrey’e göre, karşımızdaki insanın nasıl bir iç dünyaya sahip olduğu konusunda zihnimizde bir model oluşturabilme, giderek daha geniş anlamda, bir problemi çözmek için, geçmiş ve geleceği aynı anda zihinde canlandırabilme yeteneğidir.
Daniel Dennett Consciousness Explained (Bilinci Açıklamak) başlıklı klasik çalışmasında bilincin, en basit canlı formlarından evrilerek insandaki bilinç düzeyine eriştiğini savunur.
Dennett, heterofenomenoloji adını verdiği bir yaklaşımla bilinci, ayrıcalıklı erişim, yani birinci şahıs bilgisiyle değil, aksine üçüncü şahıs bilgisiyle erişilen bir şey olarak açıklamaya çalışır. Heterofenomenoloji kendi bilincini değil, başkasının iç yaşantısıyla ilgili olarak söylediklerini, tanımlarını ciddiye alıp, bunlar hakkında bilgi sahibi olmaya çalışma esasına dayanır.

Bilgi Zihin İlişkisi
Kendilik kendinin ayrı bir kişi olduğunun bilincinde olan bir kişidir. Ancak kendilik bilincine sahip bir kişi bir kendilik olabilir.
Kendilik genellikle bireyin kafasının içinde var olan bir şey olarak düşünülür.
Yaygın inanışa göre kendilik, düşüncelere, duygulara, deneyimlere sahiptir, ama kesinlikle onlarla aynı şey değildir.
Kendilik, kişinin kendine ilişkin bütün farklı deneyimlerinin, düşünce ve bilgilerinin, anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde bir araya gelmesiyle oluşan, zihinsel bir tasarımdır.

Karşımızdaki bir başka kişinin, hatta üst düzey bir memelinin ya da bir makinenin, kendimiz gibi bir zihne sahip olduğundan nasıl emin olabiliriz sorunu, başka zihinler sorunudur. Başka zihinler sorununa geleneksel olarak bulunan çözüm, benzerlik argümanıdır. Buna göre, kendimizin zihinsel durumlara sahip olmamızdan hareketle kendimize benzeyen diğer varlıkların da kendimiz gibi bir zihinsel durumlara sahip olduğunu düşünürüz.

Benzerlik Argümanı
Benzerlik argümanı kişinin zihinsel durumları ile davranışları arasında bağlantı olduğu ve kişinin kendi zihinsel durumlarıyla ilgili birinci şahıs bilgisinin kişiye özel ve yanılmaz olduğu görüşüne dayanır.

Ludwig Wittgenstein’ın Benzerlik Argümanına Eleştirisi
Wittgenstein’ın benzerlik argümanına eleştirisi, bu yaklaşımda, doğru olan ve doğru olmayan tanımlamayı, birbirinden ayırt etmeye yarayan bir ölçütün olmamasıdır.
Kutudaki böcek benzetmesi bir kişinin kendi zihinsel durumlarını isimlendirmek için kullandığı terimler ile bir başkasının aynı zihinsel durumları isimlendirmekte kullandığı terimlerin farklı anlamlar taşıyabileceğini gösterir. Çünkü herkesin dili kendine özeldir.
Wittgenstein’ın, kutudaki böcek benzerliği düşünce deneyi, bir kişinin “ağrı” terimiyle isimlendirilmiş içsel zihinsel durumuyla bir başka kişinin “ağrı” adı verilen içsel zihinsel durumunun, birbirinden son derece farklı olabileceğini gösterir.

P. F. Strawson’un Benzerlik Argümanına Eleştirisi
P. F. Strawson’un benzerlik argümanına yönelttiği eleştiri, zihinsel terimleri nasıl edindiğimiz ve kullandığımıza ilişkin bir bakış açısı da sunar. Strawson, kişinin kendisine zihinsel durumlar atfetmesinin ancak başkalarına zihinsel durumlar atfetmesiyle olanaklı olduğunu vurgular.

Davranışçılık ve Başka Zihinler Sorununa Çözüm Önerisi
Davranışçılara göre, benzerlik argümanının temel sorunu, zihinsel durumlarla davranışlar arasında kurulan genellemelerin, deneysel gözlemle tam olarak desteklenememesidir. Bu tür genellemeler, içerdikleri psikolojik terimlerin işlevsel tanımlarıdır ve bu şekilde ele alındıklarında deneysel olarak doğrulanmaya gereksinim duymazlar. Böylece, olması gerektiği şekilde davranan ya da davranacağına inanılan bir varlık, tanım gereği bilinçlidir.

Halk psikolojisi kuramı başka kişilerin davranışlarını, arzular, niyetler, duyular bağlamında açıklayabiliyorsak o zaman onların da kendimiz gibi birer zihne sahip olduğunu kabul etmeliyiz.

---

Zihin Felsefesi
Doç. Dr. Kamuran Gödelek
Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2337

Ocak 2013, Eskişehir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder