27 Haziran 2016 Pazartesi

Şiir: Stefan George

Stefan George - Sözcükler
Uzak diyarlardan bir hayret, bir rüya
Getirdim kendi yurdumun hayatına
Ve alacakaranlık kayboluncaya kadar bekledim
Tam sınırda onun adını keşfettim
Artık daha yakından ve daha güçlü idrak edebilirim
Şuracıkta çiçeklenen ve yeşeren
Mutlu söylentiden geri döndüğümde bir kez
İnce ve narin bir ödüldü aldığım
Çok aramıştı bunu ve akıntı şöyle demişti ona
“Bu kadar derinliklere kolay ulaşılamaz”
Ve birdenbire elimden kaybolup gitti
Benim toprağıma lütfunu ihsan etmeyen hazine…
Vazgeçtim her şeyden ve üzülerek şöyle dedim:
Sözcüğün bittiği yerde hiçbir şey bitmez.

23 Haziran 2016 Perşembe

Stefan Zweig - Kendileri ile Savaşanlar

Stefan Zweig - Kendileri ile Savaşanlar

Kleist
Hep yoldadır o
Avusturya savaşlarının orta yerinde, Aspern yakınlarında tutuklanır ve Prag’a kaçarak kurtulur.
Bazen aylar boyu gözden kaybolur.

Gezilerinin amacı yoktur.
Kendinden kaçmak istemektedir.

Gösterişsiz bir sıradanlık içindedir.
Eşsiz bir nüfuz edilemezlik, yüzlerce insan konuşmuştur onunla bir şair olduğunu sezmeksizin.

Kabuğu çok fazla sertti.
Her şeyi içinde kapalı olarak taşırdı.
İnsanda ifade eksikliği oluyor… Dil, ruhu tasvir edemiyor.

Onu tanımayanlar, tasasız ve soğuk sayarlar. Onu tanıyanlar ise, onu yiyip bitiren karanlık ateşten ürkek ve korkarlar.

Cinsellik / bu zaafından son derece ahlaki azap duymuştur.

Kendini ruhunun en derin noktasına kadar pis ve lekeli hisseder.

Cinsellik, onun için hayat boyunca peşinden koşturan kudurmuş av köpeklerinin yalnızca biridir: Onun öteki tutkululukları daha az tehlikeli ve daha az kana susamış değildir.
Gözlerimiz Kleist’ın hangi eserine, hangi kişilik açıklamasına gitse, tutkuların bir cehennemi karşımıza çıkar.

Kant’ı okumuştur.
Hakikat dediğimiz şeyin hakikaten hakikat olup olmadığına ya da yalnızca bize öyle gelip gelmediğine biz karar veremeyiz.
Düşüncenin sivri ucu onun kalbinin en kutsal köşesini hançerlemektedir.
“Benim biricik, en yüce amacım çöktü ve şimdi amaçsızım.”

Kleist, konuşmasına tam egemen değildir.
Tutku bir yanda onun ateşine, düşen kahramanları taşkınlıklarını nasıl dizginleyemiyorsa, o da sözleri dizginleyemez: Kleist özgür kaldı mı ölçüsüzlüğünün önüne katılmışçasına koşar.

Değerinle övünmek istemiyorsan dünyaya önce sen değer vereceksin.

Ölüm ortaklığı arar,
Nihayet teklifi için teşekkür eden bir kadına rastlar.

Nietzsche
Nietzsche hep kendi başına konuşur, savaşır ve acı çeker. Kimseye hitap etmez ve kimse de ona cevap vermez.

Davranışlara ihtiyacı olan, sahtedir…

Miyoptur, midesi hassastır,
Beslenmedeki her aykırılık, titrek sinirlerini günlerce altüst ediyor.
Bir bardak şarap yok, bir fincan kahve yok, sigara yok, neşelendirecek ferahlatacak hiçbir şey…
Yanına tesadüfen oturmuş kimseyle küçük, medeni, yüzeysel bir konuşma, alçak sesle…

Çifte gözlük neredeyse kâğıda yapışmış, telaşlı eli saatlerce öyle kelimeler yazar…
Güzel havada dışarı çıkar, hep tek başına, yolda bir selamlaşma, asla,
Saatlerce uyanık durur…

Ara sıra bir konuk, bir yabancı insan…

Bazen çok kısa bir süre mutluluğun ışığı parlar. Bunun adı müziktir.
Ama bu mutluluk da ezici olur, onu ağlatıncaya kadar duygulandırır. Vazgeçilen şey artık öylesine kaybolmuştur ki, acı olarak hissettirir kendini ve acı verir.

On beş yıl boyunca odasının oluşturduğu tabutunda yaşar,
Yanında kimse olmadan ve tanınmadan kendi gecesine düşer düşüncenin en parlak dehası…

Hekimlere karşı güvensizdir, kendinin doktoru olur. Kendini tedavi eder.

Hiçbir seyahat ona fazla uzak gelmez.
Coğrafi konum, iklimin ve yiyeceklerin sağlığa etkisi, zamanla ikinci bir uzmanlık alanı olur.

Acı insanı bilge yapar.
Sapasağlam kişilerde psikoloji yoktur.
Acı hep nedenleri sorar, oysa tat, duraklamak ve geriye bakmamak eğilimindedir.

Kant, Schelling, Fichte, Hegel ve Schopenhauer, ortak paydaları hayatın düzenli bir yapılanması, Alman usulü bir hakikat inşası…
Anlardaki hakikat aşkı, iyi olana karşı sağlam bir sevgi içerir, ancak bu sevgide ten yoktur, eritme ve kendini eritmeye yönelik ateşli bir hırs vardır.

Nietzsche’yi çeken şey sormak, aramak ve kovalamaktır. Güvensizliktir sevdiği, güven değil.

Her kim ki utanmaktan ve acı vermekten sakınır, soyunanların bağırmasından, çıplaklığın çirkinliğinden korkar, o kimse son sırrı hiçbir zaman keşfedemez. En sonuna kadar gitmeyen her hakikat, köktenciliği olmayan her doğruculuk, ahlaki değerden yoksundur.

Herhangi bir duyguda doruğa ulaşma kararlılığı, düşünceden kadere sıçrar ve trajediyi doğurur.

Zarathustra’nın dördüncü bölümünden yalnızca kırk nüsha bastırır ve yetmiş milyonluk Alman ülkesinde kitabını gönderebileceği ancak yedi insan bulabilir.

Hölderlin
On dokuzuncu yüzyıl, yürekli gençlerini sevmez.
Ölümleri çeşit çeşittir.
Andre Chéniér giyotine sürüklenir; John Keats 27 yaşında veremden ölür; Lord Byron koşup gelir ve ölür; Percy Shelley boğularak öldü; Kleist şakağına dayadığı tabancayla kafatasını parçalar; Georg Büchner 24’ündeyken bir sinir kriziyle ayrılır bu dünyadan; Schubert, Leopardi, Bellini, Puşkin…
Yalnız bir teki tanrılardan yoksun bırakılmış bu dünyada daha uzun süre kalır.

Hölderlin’in evi Lauffen adlı küçük bir köydedir.
Çocukluğu Hölderlin’in en mutlu zamanıdır.
Köyün tabiatı onu sarıp sarmalar.
Büyükannesi ve annesi, ona önce din eğitimi verirler.
14 yaşındayken Denkendorf manasıtırına gider. 18’inde Tübingen vakıf okuluna gider.
Manastır disiplini, içindeki bir şeyleri yaralar…

Tanrısal olan hakiki olmak için insana gerek duyar.

Hakiki edebiyat bir kaderi kışkırtır.

Hölderlin hiçbir zaman bir Leopardi, bir Schopenhauer gibi hüznü bir dünya pesimizmi yapmamıştır.
Yalnızca kendini yabancı hisseder.

Hölderlin kendini Goethe ve Schiller’in yanında olgun hissetmiyordu. Bu yüzden kendini yetiştirmek zorunda hissetti.
Canlı, coşkulu tabiatını, zorlamalı bir denemeyle, yani semasını metafizik olarak yorumlamakla, şiir planlarını doktrinlerle beslemekle mahveder.

Diotima

Ekmeğini yediği beyin karısı…

O eski köklü kader…
Hani kalbe yeni bir mutluluk doğar, eğer dayanırsa ve derdin gecesine katlanırsa ve bülbül nağmesi gibi karanlıkta, ancak derin acıda dünyanın hayat şarkısı bize şakır.

Istıraba adım atan kimse yükselir der onun Hyperion’u.

…bir zamanlar yaşıyordum, tanrılar gibi, fazlasına da gerek yok.

Hyperion, Hölderlin’in başka bir dünya üzerine çocukluk rüyasıdır.
(Hyperion) onda çocuksu bir hayalperestin çaresizliği ve dehanın köpüren coşkusu vardır.

Hyperion’un kişisel düşünce özü, dış dünyayla iç dünyanın uyuşmazlığı hakkındaki duygusu (…) hayatın ikili uyumsuzluğu…

Ey kutsal tabiat, sen içimizdekiyle dışımızda aynı şeysin…

Hyperion’un ilk ideali tabiattır. Sonra aşk, ama rüya başlamadan biter.
Şimdi kahramanlık denenmelidir. Ne var ki savaşın o çirkin gerçekliğinde bütün idealleri paramparça olur.
Hyperion hiçbir yerde bütünlük bulamaz.
Dünya soğumuş ve parçalanmıştır.

Empedokles
Kaderini tanımanın trajedisidir.
Empedokles büyük bir hayat istemez, yalnızca büyük bir ölüm ister.

Kendinizi verin tabiata, o sizi almadan önce.

Hölderlin hayatı şiire dönüştürmez, hayattan şiire kaçar, şiiri varlığının daha yüksek, daha hakiki gerçekliği sayar.

Aklı karışmış adamın yarattığı orfik şiirler, dünya edebiyatının en duyulmamış eserlerine aittir.

Bunlar meteor metalleridir.
Her hakiki şiir aslında eşit olarak, bilinçdışı ve bilinçli sanat anlayışından bir doku sunar, kâh bir atkı, kâh öbür atkı daha yoğun dokunmuştur.

Hölderlin şiirinde esine dayalı, dahiyane doğaçlama atkı güçlenir.

---

Türkçeleştiren: Gürsel Aytaç
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

5. Baskı, Eylül 1998

Stefan Zweig - Üç Büyük Usta

Stefan Zweig - Üç Büyük Usta
Balzac – Dickens – Dostoyevski

Balzac
1799’da Touraine’de doğdu.
Bu tarihlerde Napolyon’un kahramanlın hikâyeleri bütün dünyayı heyecana boğmuştur.

Kuvvetini denemek istermiş gibi (ilk romanlarını) takma adlar altında romanlar yazdı. (s. 9)

Yazarlığa ara verip 3-4 yıl çeşitli işlerle meşgul oldu (noter kâtipliği gibi).

Mutlak olana, sınırsız olana ulaşmak istiyordu.
Yalnızca büyük kütlelerin gelişmesi ile ilgileniyor ve yalnızca ilkel içgüdülerin esrarlı çarklarını inceliyordu.

Yönetim alanındaki merkezileşme sistemini edebiyata sokmak her şeyi yoğunlaştırmak istemiştir.

Kahramanlarının hepsinde dünyayı fethetme hırsı vardır.

Balzac’ın kahramanları hasetle doludur.

Bütün kahramanları (…) değişik kılıklar altında, rahip, doktor, asker veya avukat olarak hepsi aynı içgüdülerin esiridir; bütün bu rolleri aynı zamanda oynayan (…) insanın içinde doymak nedir bilmeyen bir tutku, bir harislik vardır. (s. 18)

Gayesine ulaşamayan bir kuvvet kadar acı bir şey yoktur.

Balzac dünyayı, şu karmaşık evrene bir anlam kazandıran (…) tek bir tutkuya saplanıp kalanları anlatmıştır bize.

Tutkulu insanlar ne sağa bakarlar ne sola. Birbirlerini anlamazlar.

Kendini tek bir şeye vermiş olan insanlardan biri, tesadüfen başka bir şeyin çekiciliğine kapılacak olursa (…) işi bitmiş demektir.

Balzac’ın kendisi de (…) o büyük monomane’lardan biridir.
İçerisinde dilediği gibi at koşturduğu (…) kendine ait bir dünya… Gerçek, onun yanından geçip gitmekte ama o elini bile uzatmamaktadır.

Akşamın saat sekizinde (…) yatıp dört saat uyuyor ve gece yarısı kalkıyordu.
Saatlerce ateşli bir coşkunluk içerisinde yaşıyor…

Gerçekle hayali birbirinden ayırt edemiyordu; gerçek dünya ile hayal ettiği dünya arasında kesin bir sınır çizemiyordu. (s. 26)

Duyular çocuklar gibi akılsızdırlar.
Yeter ki beslensinler.

Olağanüstü bir iradeye sahip olan Balzac, kendisinin olmayan şeyleri kendi malı haline getirebiliyordu (…) kitaplarının iksirinde de hiç şüphesiz hayatın bütün zevklerini tatmış…

İş hayatında başarılı olup olamayacağını denemek istemiş…
Terketmiş olduğu tutkunun kıskançlığı “kendini bütünüyle vermiş olduğu sanatın kıskançlığı” ondan amansız bir şekilde öç almıştır.

Gerçek hayatta içerisinde bulunduğu durumları değil, kendi yarattığı durumları sevmektedir.

Balzac için her insan yüzü çözülmesi gereken bir bilmecedir.

Balzac gerçekten de ansiklopedik bilgi birikimine sahiptir.

İnsanlık Komedyası bir iç plandan yoksundur.
Balcaz’a göre hayatın nasıl bir planı yoksa eserinde de aynı şekilde belli bir plan yoktur.

Dickens
Deha ve gelenek Dickens’te çatışmaz.

İngiliz sanatkâr, bir Alman ya da Fransızdan daha fazla kendi ırkına bağlıdır.

İngiliz geleneği kuvvetli, en sağlam, ama aynı zamanda sanat için en tehlikeli geleneğidir. Tehlikelidir çünkü en içten pazarlıklı olanıdır.

Shakespeare bir hareket, irade ve enerji yüzyılının oğludur.
Dickens ise burjuva İngiltere’nin sembolünden başka bir şey değildir.

Var olan şeyleri övmeli, daha öteye gitmemeliydi.
Sindirimi kolaylaştırıcı bir sanat,
Dickens, kendi çağının sanat ihtiyacını dile getiren bir sanatkârdır. (s. 55)

Zor bir çocukluktan sonra Dickens parlamentoda stenograf olmuş, denemeler yazmağa çalışmıştır. Bunu (hobi veya zevk olarak değil) daha fazla para kazanmak için yapmıştır.
Bir yayınevi Dickens’ten tenkitler yazmasını istedi.
Dickens’de bu işi kabul etti.
Pickwick Club’un ilk fasikülleri görülmemiş bir başarı kazandı. İki ay kadar bir zaman içinde “Boz” milli bir yazar olarak anılmaya başlandı.

İngiliz geleneğinin burjuva zevkinin esiri olmuş,
Duyduğu tatmin, sanatkâr olarak gücünü engellemiştir. (s. 57)

Balzac’ın kahramanları dünyaya hükmetmek, Dostoyevski’nin kahramanları ise dünyayı aşmak isterler.
Dickens’te ise insanların hepsi alçakgönüllüdür.
Dickens’in kahramanları yılda yüz İngiliz lirası kadar gelir, sevimli bir kadın, bir düzine çocuk, sevgili dostlar için hazırlanmış güzel bir sofra, Londra’nın civarında penceresinin önü yemyeşil bir kır evi, küçük bir bahçe ve bir parçacık mutluluk… Bir bakkalın ya da küçük bir burjuvanın idealidir bu. Dickens’in romanlarında da bunlar vardır, daha fazlası değil.

Dickens’in tasvir kabiliyeti okuyucunun hayal gücüne hiçbir serbestlik tanımaz.

Her şeye onun gözleri ile bakmak zorunda kalırız.

Dickens, kahramanlarını belirgin bir hale getirir (…) onları sembol haline sokar.

Dickens’in kahramanları söz konusu olduğu zaman resimler, Dostoyevski’nin veya Balzac’ın kahramanları söz konusu olduğunda ise musiki gelir aklımıza; çünkü Dostoyevski ve Balzac sezgi ile yaratırlar, Dickens ise yalnızca taklitle. Onlar ruhun gözü ile yarattıkları halde Dickens bedenin gözü ile yaratmaktadır.

Birçok defa trajedi yazmağa çalışmış ama hiçbir zaman melodramı aşamamıştır.
Dickens romanlarında (…) korkunç olan ve insana dehşet veren her şeye başvurur. Ne var ki, yaratmak istediği o yüce ürperme hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmez. Sathi bir ürperme, korkudan ileri gelen fizik bir refleksten başka bir şey değildir bu, ruhun ürpertisi değildir. (s. 71)

İngiliz romanının duygusal geleneği iradenin trajediye kadar gitmesini önler.

Dickens’in eserleri İngiliz olmayan için çok fazla ahlakidir.

Dostoyevski
Dostoyevski, ne düşündüğünü, ne yapmak istediğini yalnızca eserlerinde dile getirmiştir.
Yalnızca gençliğinde birkaç dost edinebilmiştir; olgunluk çağı boyunca tek başına yaşamıştır.
Tehlikeli şeylere düşkündü, kumar tutkusunun peşi sıra sefahatin bütün karanlık yollarından geçti.
Dostoyevski fakir halkın ücretsiz tedavi edildiği bir hastanede doğdu.
Yoksul bir işçi evinin dördüncü katında öldü.
Yoksulluk, hastalık ve benzeri sıkıntılar hiçbir zaman peşini bırakmadı.

Daha gençken ilk kitabıyla ünlü oldu.
(Kader) onu Sibirya’ya sürükledi. Bu uçurumdan eskisinden daha güçlü çıktı. Ölüler Evinden Hatıralar’ı bütün Rusya’nın başını döndürecek kadar ilgi uyandırdı.
Serbest kaldıktan sonra bir dergi çıkardı.
Maddi durumu iyice bozuldu.
Borçlar ve başka kaygılarla ülkesini terk etti.
Avrupa’da dolaşıp durdu.
Puşkin’i anma konuşması, onu ülkesinin en büyük yazarı, neredeyse peygamberi haline getirdi.

Dostoyevski’nin yüzü, bu yüzde güzellikten eser yoktur.

Babası bir askeri doktordu. Soylu bir aileden geliyordu. Annesinin ataları ise köylüdür.
Çocukluk diye bir şey olmamıştır onun hayatında.
Hasta denebilecek kadar çekingen ve içine kapanıktı.

Gecelerini çeviri yaparak geçiriyordu.
Bu kötü günlerin karanlığı içerisinde ilk eseri Yoksullar’ı yazdı (1844). Henüz 23 yaşındaydı.
El yazısı metni şair Neksarov’a götürdü. İki gün hiç ses çıkmadı. Sonra bir sabah sabahın erken saatlerimde kapısı çalındı. Nekrasov’du gelen. Kapı açılınca Dostoyevski’nin kollarına atıldı.

Beyaz Geceler, Dostoyevski’nin hür bir insan olarak, sırf bir şeyler yaratmak zevkiyle yazdığı son kitabıdır. Bundan böyle yazmak onun için yalnızca para kazanmak, borçları ödemek demek olacaktır.
Eserlerini daha yazılmadan sattığı için yazarlık mesleği onun için bir çeşit köleliktir.

Bir gece kapısı çalınır.
Subaylar ve kazaklar odaya dolarlar. Tutuklanır, bütün yazılarına el konur. Tam dört ay St. Paul kilisesinde bir hücrede kalır. Ne ile suçlandığını dahi bilmemektedir. Kurşuna dizilerek idam edilecektir.
Dokuz arkadaşı ile birlikte hapishaneden alındılar. Direğe bağlandılar. Gözleri birer bezle kapatıldı. Tam bu sırada subayın biri, ölüm hükmünü Sibirya’da zindan cezasına çeviren çarın lütfunu iletti.

Dört yıl boyunca meşeden yapılmış bir beş yüz kazık ufkunu sınırlayacaktır.
Ağır suçlular, katiller ve hırsızlarla birlikte yaşadı.
Uyuz bir köpek ve kanadı kırılmış bir kartal yegâne dostlarıydı.
Yaralı ayaklarından zincirleri çıkardıkları zaman artık aynı adam değildir. Sağlığı bozulmuştur, şanı da ünü de uçup gitmiştir.
Sibirya’da birkaç yıl daha kalmıştır.
Sürgünde yapayalnız kıvranırken, hasta ve acayip bir kadınla evlenmiştir.

Saint Petersburg’a döndüğü zaman büsbütün unutulmuştu.
Dostları dağılıp gitmişti.
Sibirya’da günlerinin ürünü Ölüler Evinden Hatıralar’ı Çar, gözyaşları içinde okumuştur.

Kardeşiyle birlikte bir dergi çıkardı. Dergi çok başarılı oldu, başarının ödülü olarak dergisi kapatıldı.
Önce karısını ardından da erkek kardeşini kaybetti.
Her iki ailenin borçları da üzerine kaldı.
Bir gece alacaklılardan kaçmak için evini terk etti.
Bir şehirden başka bir şehre kaçtı.
Yanında stenograf olarak çalışan bir genç kızla ikinci evliliğini yaptı.
Bir çocuğu oldu ancak sadece birkaç gün yaşayabildi.
Isınabilmek için müzelere giderdi.

Çalışmak onun hem kurtarıcısı hem de işkencecisiydi.
Çalışırken kendini vatanında hissediyordu.

Elli ikinci yaşındayken ülkesine dönebilme hakkına kavuştu.

Puşkin’in yüzüncü doğum yıldönümü için yapılan törene davet edildi.
İlk gün Turgenyev konuştu.
Ertesi gün söz sırası Dostoyevski’deydi.
Dinleyiciler duydukları heyecandan dize geldiler önünde. Bütün öteki konuşmacılar konuşmaktan vazgeçtiler.
1881’de öldü.
Yaşadığı sürece unuttukları o büyük ölüyü şimdi herkes görmek istiyordu.
Tören sırasında bir saat için bile olsa, Dostoyevski’nin kutsal rüyası gerçekleşmişti: bütün Ruslar birleşmişlerdi.
İhtilal, cenaze töreninin hemen ardından patladı. Üç hafta sonra Çar katledildi.

Sonsuzluğun önünde eğilmek

Wilde,
Her ikisi de kendilerini zindanda buldular. Wilde orada ezilmiş, yıpranmış ve bitmiştir. Dostoyevski ise kızgın bir pota içerisine atılmış bir maden parçası gibi şeklini bulmuştur.
Kömür ile elmas, aynı cevherden gelir.

Hastalık, son saatine kadar peşini bırakmadı.
Çektiği acıya hiçbir zaman karşı gelmedi. Bu konuda ağzından tek bir şikâyet çıkmamıştır.

Kumarda bir gerginlik söz konusuydu.
Kırmızı mı siyah mı, tek mi çift mi… Mutluluk mu yoksa tam bir yıkılış mı?
Uzlaşma onun ateşli sabırsızlığının katlanamayacağı bir şeydi.

Onu çeken şey kumardır, ya hep ya hiç…

Dostoyevski ahenge ulaşma özlemini duymamaktadır.

Dostoyevski hiçbir zaman kurallara uygun bir hayat yaşamayı düşünmemiştir.
Tolstoy ise bütün hayatı boyunca iyinin kötünün ne olduğunu, iyi mi kötü mü yaşadığını bilmek için çırpınıp durmuştur. Bunun içindir ki Tosltoy’un hayatı bizi eğiten bir kitaptır; Dostoyevski’ninki ise bir sanat eseri, bir trajedi ve kaderdir.

Hayatına yön vermek değil, yaşadığını hissetmek istemiştir. Kaderinin efendisi olmak değil, ona körü körüne kul köle olmak istemiştir.

Balzac’ın kahramanları (…) tek bir maddeden meydana gelmişlerdir. Belli özelikleri olan, belli tepkiler gösteren unsurlardır bunlar. Bir insan olmaktan çok, insan haline gelmiş birtakım yeteneklerdir; belli bir tutkuyu çok kesin, çok belirgin şekilde dile getiren makinelerdir.
…yalnızca tek bir kuvvetle harekete geçmektedirler.

Alman romanının kahramanında (…) birçok ses birden konuşmaktadır.
…içinde birbiriyle çelişen birtakım kuvvetler vardır.
…birliğe ulaşmağa çalışmaktadır.
Alman, her zaman birliği gaye edinmiştir.

Dostoyevski’nin kahramanları ise (…) sonsuzluğa doğru yükselmek isterler.
Onların hüküm sürdüğü alan bu dünya değildir.

…insanlar neyi istiyor, neyi arzu ediyor? Mutlu olmayı, halinden hoşnut olmayı, zengin ve güçlü olmayı değil mi?
Dostoyevski’nin kahramanlarından hiçbiri bu gibi şeylerin özlemini duymaz.

Merhamet ve adaletin bulunmadığı bir araf…

Yeni bir varlık korkunç acılar içerisinde gelir dünyaya,
Dostoyevski’nin kahramanları (…) sosyal benliği yok etmişler ve bir yana düşen kabuktan kelebekler gibi sıyrılıp çıkmışlardır.

Balzac’ın kahramanları topluma galebe çaldıkları anda zafere ulaşırlar; Dickens’inkiler ise sosyal sınıf içerisinde (…) yerlerini aldıkları zaman başarı kazanırlar. Oysa Dostoyevski’nin kişilerinin yönelmiş olduğu toplum sosyal değil dinîdir; onlar topluma katılmayı değil, evrensel kardeşliğe ulaşmayı gaye edinmişlerdir.

Gerçek insanlar acı çekmişlerdir.
Acı çeken bir insana duyduğumuz merhamet onu kardeşimiz haline getirir.

(Natüralistler mantıksal indirgemecidirler, Dostoyevski ise aklın derinliklerini açığa çıkarır)

Dostoyevski insanı taşkınlık hali içerisinde kendi imkânlarının aşırı sınırlarını aşmak istediği bir sırada ele almaktadır. Ölçülü ve ahenkli olan her şeyden nefret etmektedir.

Yarattığı kişilerin varlığını hissedebilmemiz için onları konuşturması ve işitmesi gerekmektedir.

Dostoyevski (…) uzun uzun bilgiler vermeğe kalkmaz; başkalarının yüzlerce ayrıntı üzerinde durduğu durumlarda tek bir ayrıntıya işaret etmekle yetinir.

En gerçek hayatı dile getiren bu eserler nasıl oluyor da yaşadığımız hayatla ilgili değilmiş gibi görünüyor?

Dostoyevski’de ise tabiat diye bir şey yoktur.
Dostoyevski’nin evreni yalnızca insan portrelerinden meydana gelmiştir.

Dostoyevski’nin alanı tabiat değil insan ruhudur.

Dostoyevski’nin evreni (…) gerçeği aşan bir rüyadır.

Ölüler ülkesinde yaptığı yolculuktan dönen Odysseus gibi, o da bize ruhun cehennemini anlatmaktadır.

Homeros’tan beri insan tek bir nitelikten ibaretmiş gibi görülüyordu: Odysseus kurnazdı, Achilleus cesurdu, Aias öfkeliydi…
Hamlet problematik bir karakterin ilk örneğidir.

O artık hareket ederken düşünen, düşünürken kendi kendini gerçekleştiren bir yaratıktır.

Dostoyevski’de ruh bir kaostan başka bir şey değildir.

Kendini beğenmişlikleri, aslında, gizli bir çekingenliği veya sıkılganlığı; kinleri, içe atılmış, saklanmış bir aşkı, aşkları ise gizlenmiş bir kini ifade eder. Her karşıtlık başka bir karşıtlığa yol açar.

Arzudan zevk duyarlar, zevktense tiksinirler veya nefret ederler.

Sevgi, Dostoyevski için, hayatın ilkel unsuru değil, belli bir aşamasıdır.

Dostoyevski için, sevgi, bir mutluluk, bir ahenk değil, daha yüce bir alana aktarılmış bir mücadele, içimizdeki ebedi yaranın verdiği şiddetli bir ıstıraptır.

Dostoyevski’nin kahramanları bütün ruhları ve bütün bedenleri ile sevmeyi beceremezler; ya ruhları ile severler ya da bedenler ile…

Nastasya Filipova, Mişkin’i, o tatlı meleği, manevi bir aşkla sevmektedir.
Bogojin’i de cinsel tutkuyla…

Gruşenka, kendisini baştan çıkaranı hem sevmekte hem de ondan nefret etmektedir.
Dimitri’sine tutku ile bağlıdır.
Alyoşa’ya ise saygı ile, Delikanlı’nın annesi, ilk kocasını minnettarlık duygusu ile sevmektedir; Versilov’u ise kölece bir bağlılıkla…

Dostoyevski’de sevgi, kinin, merhametin, öfkenin, şehvetin değişik şekilleri altında çıkmaktadır karşımıza.

Dostoyevski’nin erkek kahramanı, bakışlarını bir kadına doğru çevirmek için değil, başı dik bir şekilde Tanrısına doğru gitmek için ayağa kalkar gibidir. Onun trajedisi kadın-erkek ilişkisini aşmaktadır.

“Tanrı, hayatım boyunca azap verdi bana.”
Dostoyevski’nin sırrı budur.
Tanrıya ihtiyaç duymakta ama ona ulaşamamaktadır. (s. 195)

Avrupa’daki her türlü fikri, gübre yığınına atılacak solmuş bir demet çiçek gibi görmektedir.

Hayatın anlamından çok hayatın kendisini sevmek gerekir.

Hayatı sevmeyi ancak acı çekerek öğrenebiliriz.

Onarılamayan biricik felaket ölmektir.

En çok acı çeken kimse, en çok bilendir.

---

Türkçeleştiren: Ayda Yörükân
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

3. Baskı, 1992