17 Ocak 2017 Salı

Şiir: Karl Krolow

Tatlı  anıtları
Mavi renge boyayacak
kimse yok artık.
Sarışın saçları okşayacak
Hasır şapkalar
Unutuldu  artık.
Yorgun ötücü kuşlara
Parklarda omuzlarını veren
Çocuklar büyüdüler.
Zaman değişti.
Zamanı artık yumuşak eller
Okşamıyor.
Lambalar bugün başka ampuller taşıyor.
Tenis topları da dönmedi göklerden.
Sarı mayolar
Soldu kelebekler gibi,
Mektup  zarfları  da
Toz oldu ince ince.
Sokakları,  hepsinin yerine şimdi
Yabancılar dolduruyor, ceplerinde biletleri.

15 Ocak 2017 Pazar

Türk Sosyologları: Ziya Gökalp ve Prens Sabahattin

Ziya Gökalp ve Prens Sabahattin
Ziya Gökalp
Ziya Gökalp 23 Mart 1876 yılında Diyarbakır’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Diyarbakır’da tamamladı. Yüksek öğrenim için İstanbul’daki Baytar Mektebi’ne 1896 yılında kayıt yaptırdı. Ancak bu okuldan mezun olmadan ayrılmak zorunda kaldı. 1900-1909 yılları arasında Diyarbakır’da yaşadı ve kendisini sosyal bilimler alanında yetiştirdi. 1909’da Selanik’te yapılan İttihat ve Terakki Partisi Kongresi’ne Doğu illerini temsilen katıldı. Selanik’te başladığı parti ve sosyoloji çalışmalarını 1912’den itibaren İstanbul’da sürdürdü. Bu sırada milletvekili oldu. 1914 yılında Sosyoloji Kürsüsü’nü kurarak üniversitede “İçtimaiyat” dersleri vermeye başladı. 1919’da tutuklanarak Malta’ya gönderildi. Malta dönüşü Ankara yönetimine katıldı ve 1923’te yeniden milletvekili oldu. Türk sosyolojisinin kurucusu Ziya Gökalp 25 Ekim 1924’te İstanbul’da öldü.

Ziya Gökalp ağırlıkla Emile Durkheim’in görüşlerinin etkisinde kalmış ve onun görüşlerini Türkiye’ye aktararak temsilciliğini yapmıştır. Pozitivist ve determinist bir anlayış üzerine kurgulanmış olan Sosyolojizm ekolünde toplumun birey üzerinde mutlak bir egemenliği vardır. Toplumun yaptığı her şey doğrudur. Toplumu mutlaklaştıran, ona yarı tanrısal bir kutsallık yükleyen Sosyolojizm ekolü; sosyal dayanışma, toplumsal bilinç ve iş bölümü gibi kavramlarla bireyi toplum karşısında etkisiz bir konuma taşımaktadır. Ziya Gökalp; toplumcu, dayanışmacı, ilerlemeci, milliyetçi, Batıcı ve laik bir sosyologtur. Bu özellikleri ile Batı tipi bir toplum modeli oluşturmaya çalışır.

Ziya Gökalp’e göre toplumlar aşiret, kavim, ümmet aşamalarından geçtikten sonra millet aşamasına gelmişlerdir.

Ziya Gökalp sosyolojiyi evrensel ve milli sosyoloji olmak üzere iki kısma ayırır. Evrensel sosyoloji, pozitivist anlayış doğrultusunda, toplumların yapısını, işleyişini ortaya çıkaracak, toplumların ilerlemesinde etkili olan genel geçer yasalara ulaşmayı amaçlar. Ulusal sosyolojinin amacı ise evrensel sosyoloji doğrultusunda, bu sefer, ulusların ortak özelliklerini, farklılıklarını, kültür düzeylerini araştırmaktır.
Ziya Gökalp toplumsal karşıtlıklar üzerinden görüşlerini sentezler. Bu karşıt kavramlar arasında kültür-uygarlık, birey-toplum, halk-seçkin en bilinen ayrımlardır.
Gökalp’e göre Türk ulusu Ural-Altay ailesine, İslam inandaş topluluğuna, Avrupa uluslararası birliğine bağlı bir toplumdur.
Ziya Gökalp’e göre toplumların evrimsel ilerleme aşamasının son basamağı ulusal toplum ve devlet aşamasıdır. O nedenle tüm kurumlarının milliyetçi özelliklere sahip olduğu bir devlet oluşturmak gerekmektedir.
Ulusal bir ülkü oluşturulmadan bilinçli bir millet olunamaz. Kültürün en belirgin bileşenleri dil ve dindir. Gökalp’e göre dil ve din Türk ulusunun ayrılmaz parçalarıdır. Gökalp bir kültür milliyetçisidir ve asla ırkçı değildir. Sosyal özellikler, organik mirasla değil, eğitimle geçer. Her bir toplumu diğer toplumlardan ayıran bir karakteri, kendine özgü bir şahsiyeti vardır. Fakat bu kavimsel karakter, bu milli şahsiyet, kalıtım ve ırkın bir sonucu değil, halk arasında kuvvetli bir şekilde yaşayan yaygın kurumların, sözlü geleneklerin, şuursuz oluşmuş ülkülerin bütünü olan milli kültürden kaynaklanır.
İnsanın kendisini bağlı saymadığı herhangi bir toplum onun ulusu olamaz. Önemli olan bir insanın hangi kanı taşıdığı, hangi ırka mensup olduğu değil, hangi kültüre bağlı olduğudur. Bir insan hangi eğitim sürecinden geçmişse, kendisini hangi ulusa bağı hissediyorsa ve hangi ulusun ülküsünü taşıyorsa o millete mensuptur.

Kültür-Uygarlık Ayrımı
Ziya Gökalp kültür-uygarlık ayrımı Batılı sosyologların gelişmiş-gelişmemiş, az gelişmiş, Doğu-Batı toplum ayrımlarına karşılık ürettiği bir açıklama biçimidir. Kültür Doğu’da, uygarlık Batı’dadır. Biz de kültürümüzü koruyarak Batıdan uygarlık alarak yeni bir sentezle Batı tipi bir toplum oluşturacağız ve geri kalmışlıktan kurtulacağız.
Kültür ulusal, uygarlık uluslararasıdır. Sanayileşmiş Batılı toplumlar uygarlık, sanayileşememiş Batı dışı toplumlar kültürel açıdan zengindir. Bir ulusun uygarlık düzeyi arttıkça, kültür düzeyi zayıflamakta, bozulmaktadır. Bir ulusun güçlü oluşu, onun kültür ile uygarlığı denge haline getirmesi ile mümkün olur.

Halkçılık Anlayışı
Milletin ruhunu halk, bedenini hükumet oluşturur. Ulusal seçkinler olarak nitelenen aydınlar, yüksek bir eğitim görmüş olmakla halktan ayrılmışlardır. Ancak bu aydınların halka gitmesi gerekmektedir. Ülkemizde kültür yalnız halkta vardır. O nedenle aydınlar iki amaç doğrultusunda halka doğru gitmek zorundadırlar: Halktan kültür almak ve halka uygarlık götürmek aydının temel görevidir.
“İçtimai halkçılık” Ziya Gökalp’in görüşleri kapsamında dayanışmacılık anlamına gelmektedir. Gökalp’e göre kapitalist toplum ile sosyalist toplum sınıfsal tabana oturarak halkçılığa ters düşmüşlerdir. Burjuva siyaseti işçi ve köylü aleyhine olduğu için, eşitliğe ve özgürlüğe ters düşmektedir. Sosyalizm de halkı sırf işçi ve köylü olarak gördüğünden yine adalet ve insanlık ile bağdaşmaz.

Dil ve Edebiyat Konusundaki Görüşleri
Ziya Gökalp, ulusalcı bir dil ve edebiyat anlayışına sahiptir. İstanbul ağzının milli dil sayılmasının Avrupa uygarlığı içinde bir Türk kültürü yaratmaya çalışan Türk ulusu açısından yararlı olacağını belirtir.
Gökalp’e göre eski edebiyatımız Farsçanın, yeni edebiyatımız Fransızcanın taklidiyle oluşmuş bir edebiyattır. Millî olmayan bu edebiyatları reddetmeliyiz. Bize daha yakın olan Macar ve Fin edebiyatlarını örnek almalıyız.

Din Sosyolojisi Üzerine Düşünceleri
Ziya Gökalp düşünsel yaşamının tüm dönemlerinde, toplumsal bir kurum olarak dine büyük bir önem vermiştir.
İlkel toplumlarda din kurumu diğer tüm kurumların görevini yerine getirirdi. Gelişmiş toplumlarda ise din; ekonomi, hukuk, siyaset gibi yalnız kendi alanı ile ilgili işlerle uğraşır.
Din, toplumda bir yandan birleştirici ve kaynaştırıcı diğer yandan sosyal dönüşümü ve değişimi engelleyici özelliklere de sahiptir. Dinin bu olumsuz yanını gidermenin yolu onu reforma tabi tutmak ve millîleştirmektir.

Eğitim Sosyolojisi
Uluslar arası uygarlık karşısında ulusal kültürün güçlendirilmesi gereklidir. Bunun için sosyolojinin yardımı ile millî kültür keşfedilmeli, millî eğitim dönemine geçilmelidir.
Gökalp, bireyin kültüre uyumunun eğitim, teknolojiye uyumunun ise öğretimle olduğunu belirtir.

Ekonomi Sosyolojisi
Ulusal burjuva yaratma adına devletçiliği ve millî ekonomi anlayışını kabul eden Gökalp, sosyalizme, sınıfı toplum yapısına, sınıfsal bilincin gelişmesine karşı çıkmıştır. Sınıfsal dayanışma yerine mesleki dayanışmayı ve mesleki temsil sistemini esas almıştır.
Gökalp’e göre hangi ulusta hükumet ekonomik sınıflara dayanırsa orada güçlü olur. Tüccar ve iş adamı da salt kendi yararı için hükumetin güçlü olmasını ister. Hangi ülkede hükumet memurlar sınıfına dayanırsa orada daima güçsüzdür.

Ziya Gökalp, ulusal bir toplum oluşturma yolunda kadın haklarına büyük önem verir.

Ziya Gökalp, evrimci, ilerlemeci, ve determinist bir sosyoloji ve toplum anlayışı ile Türk toplumunu, Doğu uygarlığından Batı uygarlığına, imparatorluktan ulus devlet aşamasına dönüştürme yolunda çalışmıştır.

Prens Sabahattin
Prens Sabahattin 1879’da İstanbul’da doğdu. Sultan II Abdülhamid’in yeğenidir. Özel eğitim aldı. 1899 yılında Fransa’ya gitmek zorunda kaldı. Yurt dışında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en aktif liderlerinden biri haline geldi. Fransa’da sosyoloji ve Science Sociale ekolü ve onun temsilcileri ile tanıştı. Bu ekolün görüşlerini benimsedi. 1906 yılında İttihatçılardan ayrılarak Teşebbüsü Şahsi ve Ademi Merkeziyet Derneği’ni kurdu. 1924 yılında, Osmanlı hanedanlık mensuplarının yurt dışına çıkarılmasına ilişkin yasa gereği ülkeden çıkarılan Prens Sabahattin, ölüm tarihi olan 1948’e kadar çalışmalarını Avrupa’da sürdürdü. Prens Sabahattin’in en önemli eserinin adı “Türkiye Nasıl Kurtarılabilir?” dir.

Science Sociale Ekolü
Bugünkü bilimler deney ve gözlem yönteminden doğmaktadır. Science Sociale Ekolü gözleme dayalıdır. Science Sociale ekolü, daha çok aile monografisi yapan F. Le Play’ın çalışmalarından hareketle oluşturulmuştur. Prens Sabahattin toplumsal sorunların gözlem yöntemiyle çözülebileceğini öne sürmektedir. Bunun gerçekleşebilmesi için de uygulamaya, topyekun bir toplumsal değişmeye dayalı siyasal program önerisi getirir. Bu program aynı zamanda Anglo-Sakson toplumlarını örnek alan siyasal bir seçimi içermektedir.

Toplumsal Değişme Anlayışı
Türkiye’nin yönetim sorununun çözümü, ülkenin idari yapısının merkeziyetçi yapıdan ademimerkeziyetçi yapıya doğru değiştirilmesiyle çözülebilir. Türkiye’nin yönetim yapısı ile birlikte eğitim anlayışının da değişmesi gerekmektedir. Yurttaşlarımız Anglo-Sakson eğitim yöntemlerinin uygulandığı bir eğitim anlayışı doğrultusunda yetiştirildiğinde, giderilemeyecek sorun yoktur. Bu iki alanda bütüncü yapıdan bireyci yapıya doğru gerçekleştirilecek uygulamalar, toplumsal yapıyı da değiştirecek ve Türkiye’nin kurtuluşu gerçekleşecektir.
Bireyci toplumlarda ihtiyaçtan doğan ve halkın kendi kendini idare etmesi sonucuna ulaşan idare tarzına, ademimerkeziyetçi yönetim denilmektedir.
Okullarımızda geçerli olan eğitim teorik ağırlıklı bilgilerden oluşmaktadır. Bunun kesinlikle değiştirilmesi ve öğrencilere gerçek yaşamda kullanacakları bilgiler verilmelidir. Kız ve erkek ayrımı yapılmadan tüm çocuklar eğitimden yararlandırılmalı, girişimci ruha sahip kız ve erkek çocuklar yetiştirecek, çocuklarına girişimci zihniyeti aşılayacak gençlerin aile kurmaları sağlanmalıdır.
Prens Sabahattin liberal bir ekonomi anlayışının öncü savunucularından biridir. Türkiye’nin kalkınmasını özel teşebbüsün geliştirilmesinde görmektedir.
Prens Sabahattin’e göre dinin toplumsal yapı ile bağıntısını görmek için aynı dinin farklı toplumlardaki uygulamalarına bakmak gerekir. Bütüncü yapılarda kötüye kullanıldığı için bir baskı aracı olma derecesine düşen ve zamanla aynı oranda güçlü tepkiler doğuran dinler, bireyci yapılarda kişisel bağımsızlığa saygı gösterdiği ve bu yapıyla birlikte geliştiği için büyük bir sosyal ihtiyacı karşılamakta, kamuoyunun saygısını kazanmaktadır.

Ekolün ve Prens Sabahattin’in görüşlerini sosyolojide izleyenler arasında Mehmet Ali Şevki Sevündük, Selahattin Demirkan, Tahsin Demiray, Nezahat Nurettin Ege yer almaktadır.

---
Türk Sosyologları
Editör: Prof. Dr. M. Çağatay Özdemir
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2915
2. Baskı, Ağustos 2015

Türk Sosyologları: Mehmet İzzet ve Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu

Mehmet İzzet ve Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu
Mehmet İzzet
Mehmet İzzet, Türk düşün hayatında sosyolojinin sivil alanın bilimi olması gerekliliğine inanan pozitivist idealist bir düşünce adamıdır. Çalışmalarında kendisine dayanak olarak aldığı Durkheim gibi devlete mesafelidir.

1891 yılında İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Darulfünun Hukuk Fakültesine devam ettiği iddiasının yanında, liseyi Paris de Louis Le Grand okulunda tamamladığı da belirtilmektedir. Avrupa’ya gönderilecek öğrenciler için açılan bir sınavı kazanıp Sorbonne’a devam eder. Burada felsefe öğrenimi görür. Yurda dönünce Kızılay teşkilatında açılan kâtiplik yarışmasını kazanır. Adnan Adıvar’ın yanında çalışır. Daha sonra Darülfünun’da felsefe tarihi muallimliğine tayin edilir. Cumhuriyet’in ilanından sonra 1924’te profesörlüğe yükseltilir. 1926 yılında da felsefe muallimliğine ilaveten Mehmet Emin’den boşalan “Felsefe Tarihi ve İçtimaiyat” derslerini okutmaya başlar. 8 Aralık 1930 tarihinde ölür.

Mehmet İzzet’in Düşünce Yapısı
Mehmet İzzet, çalışmalarına felsefe tarihi ile başlamış daha sonra ahlaka yönelmiştir. Düşünce yapısı onu, sosyolojiden felsefi idealizme ve özellikle de Alman romantiklerinin idealizmine götürmüştür.
Ona göre toplum içinde yaşayan insanın eylemleri topluma bağlıdır, bireyin hayatı toplumdan ayrı incelenemez. Öyle ise bütün manevi değerlerimizi bu toplumda aramalıyız. Eğer bireye yükümlülüğü cemiyet koyuyorsa bireyin herhangi ahlaki hareketi tercih etmesinin ne değeri vardır?” Ona göre birey ve toplum, daha geniş terimlerle hürriyet ve zorunluluk birbirini tamamlayan ve bir bileşim içinde eriyen iki kavramdır. İzzet, bu yaklaşımın güçlüklerinin farkındadır. Sosyoloji verilerini derinleştirir. Felsefe tarihinde kendine dayanaklar arar. Toplumların evrimi sorusunda yeni Amerikan idealistlerinden J. M. Baldwin’in genetik metodundan faydalanır. Sosyal evrim ile integral insanlık fikirleri arasında ilişki arar.

Hayat mecmuasındaki yazılarının yanı sıra bıraktığı eserlerin en önemlisi “Milliyet Nazariyeleri”dir. Milliyeti, toplumsal hürriyeti sağlayacak bir ideal olarak tespit eder. Milliyet bir olgu olmaktan ziyade ülküdür. Milliyet bir ülküdür yani bizden kayıtsız şartsız ve mutlak bir surette fedakârlık talep eden, itaat isteyen kutsi bir amaçtır. Bu duygu, siyasetçiler tarafından bir menfaat aracı olarak kullanılmaktadır. İnsan için hakikat menfaatten ibarettir. Ebedî menfaat yoktur, menfaat değişince hakikat de değişir.

İzzet’e göre “bugünkü vatan, millî vatandır. Böyle bir toplumda hakimiyet milletindir. Millî devlette kabul olunan ilke şudur: “Devletin kullandığı nüfuz ve velayet ancak milletten çıkıp, milletin iradesi ile kendisine intikal ederse meşru olur”. Devlet, bir milletin hukuksal oluşumudur. Bu milletin kalkınması için fikri- ademimerkeziyet şarttır.
Bugünkü yüzyıl milliyetlerin yüzyılı, bugünkü medeniyet de şehir medeniyetidir.
Vicdan ile akıl, yahut kültür ile medeniyet: Birincisi bize amaçlarımızı, ikincisi araçlarımızı gösterir. İzzet, milleti maddi ve manevi unsurların toplamı olarak kabul eder. Bir millet, beraber yaşamak isteyen veya başkalarıyla beraber yaşamak veya başkalarına tabi olmak istemeyen kişilerin toplamıdır.

İzzet sosyolojiden olgusal bir şey olarak bahseder. Fakat amaç bir ispata ulaşmak değil, bu olumlu şeyin, olumsuz sorunlarını göstermektir. Cemiyet ilmi de belli bir cemiyet içinde, toplumsal şartlar altında geliştiğinden toplumsal vicdanın görüntüsünü ifade eder.
Sosyoloji kuramsal ilim olmalı, siyaset onun uygulamasını teşkil etmelidir. Halk, eski zamanlara ait hikâyeler değil, bugünkü siyasi sorunlarına çözümler beklemektedir.

Cemiyetin ilerlemesini teknolojinin ilerlemesiyle ilişkilendirir. Birey cemiyete tabiidir ama bu esir demek değildir. Medeniyetin mümkün olması, cemiyetin mevcut olmasına bağlıdır. İnsanların faaliyetleri çeşitli olduğu için cemiyetler de çeşitlidir. Teşkilatlı ve teşkilatsız olmaları bakımından cemiyetleri gruplandırabiliriz: kurumsal yapılar (şirketler, dernekler) teşkilatlı cemiyetlere örnek olabilir; çatıya çıkmış olan bir insanı görüp sokakta biriken insanlar da teşkilatsız cemiyete örnek olabilir (bir anlık bir duygudan hareketle oluşan kalabalıklar).

Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu
Çalışmalarının temel hedefinin “Türkiye’de yerli ve millî bir düşünce geleneği kurmaktır.
1901 yılında Erzurum’un Çamlıyamaç köyünde doğmuştur. Doktora çalışmasını 1935 yılında Strazburg’da tamamlamıştır. 1934 yılından itibaren İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ile İktisat Fakültesinde görev yapmıştır.

Durkheim, sosyolojinin metodunu açıklarken sosyal olguların bir nesne, şey gibi ele alınması kuralını koymuş, sosyal kurumların büyük bir bölümünün bize önceki nesiller tarafından hazır olarak bırakıldığını belirtmiştir. Fındıkoğlu’nun sosyolojik olgulara yaklaşımı bu ilkeye dayanır.
Durkheim, ferdî şuurlardan ayrı ve bunların dışında bulunan bir ‘kolektif şuur’ kavramını kabul eder. Ferdî şuurların dışında bulunan, kendini ferde zorla kabul ettiren sosyal olaylar, kolektif şuur denen bir varlıkta yer alırlar. Toplumsal hayatta gözlemlenen olgular zaman içinde dönüşümlere uğramaktadır. Fındıkoğlu sosyal realitedeki bu değişmeleri organizmacı-evrimci bir görüşle açıklamaya çalışır. “Sosyal realite” Fındıkoğlu’nun asıl çalışma konusudur.

Fındıkoğlu’nun metodolojik görüşlerini üç başlık altında incelemek mümkündür.
Determinizm ve Hürriyetçilik: Determinizm araştırmacıyı tabiat olaylarını önceden tahmin edebilmek için bir olasılık fikrine götürmektedir. Tabiatın yapısına uygun durum da budur.
Tarihî Metot: Herhangi bir sosyal olayı, bir şahsı, bir düşünceyi, bir kurumu incelerken onun geçmişini aydınlatarak mevcut durumunu açıklamaya çalışır, dolayısıyla geleceğine de ışık tutmaya çaba gösterir.
Bütüncü Görüş: Sosyoloji disiplini her tek sosyal meseleyi bir “nokta” hâlinde tasarlar ve bu noktayı çerçeveleyen tarihî hava ve sosyal şartları bu noktaya kuvvetli bir projektör gibi tutar.

Türkiye’de Kültürel Hayat ve Aydınlar
Fındıkoğlu bir dizi makalesinde belirli bazı sebeplerden dolayı Türkiye’de kültürel hayatın gelişmemiş olduğunu, bu sebepler ortadan kaldırılmadıkça da Türkiye’de kültür düzeyini yükseltmenin mümkün olamayacağını belirtir. Fikir hareketlerinin gelenek hâlinde yaşayamaması, sosyal değerleri birbirinden ayırma gereğinin anlaşılmaması, din ve siyaset ihtirasları Türkiye’de bilimsel ve felsefi hayatın gelişmesini ve yaygınlaşmasını önlemiştir.
Düşünce hayatımızdaki kısırlığın bir diğer sebebi de Batı’da ortaya atılmış fikir ve sistemlerin kalemşörlerimizce aynen taklit edilmesidir. Aydın toplumsal incelemelerinde kendi toplumunun ihtiyaç ve değerlerini göz önüne almalıdır.

Bilimsel ve felsefi faaliyetlerin siyasi, dinî ihtiraslardan uzak tutulması, bilim adamının kendisini nefsine bağlılıktan kurtarması, metotlu ve disiplinli çalışması gerekir.

Birikmiş manevi bir servetin bulunmaması dolayısıyla henüz bilimsel ve felsefi düşünce geleneğinin kurulamadığını belirten Fındıkoğlu, Türkiye’de devlete “kültür devletçiliği” yapma görevini verir.

Fındıkoğlu’na göre Türkiye’de bilimsel ve felsefî bir düşünce geleneğinin kurulamamış olmasının başlıca sebeplerinden biri de aydınların biraraya gelip aynı çatı altında toplanamamaları, kolektif çalışma alışkanlığına sahip olmamalarıdır.

Türkiye’de Eğitim
Fındıkoğlu yazı hayatının ilk yıllarından başlayarak sonuna kadar Türkiye’de özellikle güncel eğitim problemleriyle ilgilenmiştir. Ona göre Türkiye’de “dinamik bir üniversite özerkliği” düşüncesine sahip olmak gerekir.
Üniversite kendi araştırma inzivasından uzaklaşarak üniversite dışı hayat için bir güneş rolünü oynamalıdır.
Eğitim kurumları ülkenin değişik yerlerinde ademimerkeziyet esasına göre kurulmalıdır. Eğitim ve öğretim alanında yetiştirilecek öğrencinin sayısının değil, kalitesinin yüksek olmasına dikkat edilmelidir.
Yükseköğretimin bütün alanlarında daha başlangıçta çok sıkı eleme ve seçmeyi gerçekleştiren bir yarışma sisteminin uygulanmasını ister.

Talebeler, sadece “diplomalı” olmayı değil; fakat aynı zamanda Türkiye’nin muhtaç olduğu birer ‘şahsiyet’ olmak idealini gütmeli.

---
Türk Sosyologları
Editör: Prof. Dr. M. Çağatay Özdemir
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2915
2. Baskı, Ağustos 2015

Türk Sosyologları: Mehmet Ali Şevki Sevündük ve İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu

Mehmet Ali Şevki Sevündük ve İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu
Mehmet Ali Şevki Sevündük
1882 yılında İstanbul’da doğdu. 1907 yılında Hukuk Mektebi’nden mezun oldu. 1903-1908 yıllarında Maliye Düyunu Umumiye Kalemleri Kâtipliği, ardından Kavala İdadi Hayriyesi Ders Nazırlığı ve Muallimliği yaptı. 1918’de Darüleytam Müdürü Umumi Muavinliği’ne, 1924 yılında da Çamlıca Kız Orta Mektebi Müdürlüğü’ne getirildi. Mehmet Ali Şevki Bey, 1930’lu yıllarda ise sırası ile Kadıköy Erkek Mektebi Tarih-Coğrafya Muallimliği, Vefa Lisesi Coğrafya Öğretmenliği ve 1938-1940 yıllarında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tecrübi Sosyoloji Okutmanlığı yaptı. Bu görevinden hastalığı nedeniyle ayrılmak zorunda kaldı ve 1963’te öldü.

Science Sociale ekolünü ülkemize taşıyan isim Prens Sabahattin; ekolün çizgisinde alan araştırmaları yürüten isim de Mehmet Ali Şevki Sevündük’tür. Ona göre, sosyolojinin basma kalıp ilkelerinin karşısına gözleme ve deneye dayalı bir yöntem konulmalıdır. Gözlem, anket ve monografi teknikleri sosyolojiye pozitivist ve pragmatik bir özellik kazandırmıştır. Sosyolojinin objesi tarih değil, insan gruplarıdır. Bunun için monografik ankete başvurulur. Olaylar yerinde ve yaşarken gözlemlenir. 1918’den itibaren, Meslek-i İçtimai dergisiyle Science Sociale ekolünü canlandırmayı, etkili hale getirmeyi dener. Köy sosyolojisini merkeze alan çalışmalar planlar.
Mehmet Ali Şevki Sevündük’ün tüm çalışmaları, “Osmanlı Tarihinin Sosyal Bilimle Açıklanması” adlı bir kitapta toplanmıştır.

Köy Sosyolojisi
Sosyolojik içerikli ve fiili köy çalışmaları, 1930’larda Mehmet Ali Şevki Bey tarafından Kurna Köyü Monografisi ile gerçekleştirilmiştir. Kurna köyü çalışmasında isim yapma dışında ciddi veri ve değerlendirmelere rastlamak olanaksızdır.

Eğitim Sosyolojisi
Ülkemizin, ekonominin her alanında gereksinim duyduğu girişken iş adamları yetiştirecek bireyci bir eğitim felsefesine ihtiyacı vardır. Devlet müdahalesinin olduğu her yerde kadrolar tekdüze yetiştirilir.

Aile Sosyolojisi
Bireyci ve çağdaş aile, bu yapıya uygun bir eğitimle birlikte donatılmış, bağımsız ve girişken bireyler yetiştirir. Çağdaş Batı uygarlığını Kuzeybatı Avrupa çevresinde oluşmuş bireyci ailenin yetiştirdiği bağımsız ve girişken bireylerin ürünü sayan Sevündük, ülkemizin temel sorunlarını bireyi bu özelliklerden yoksun bırakan aile eğitimine bağlamaktadır.

Osmanlı Tarihini Açıklama Çabaları
Türklerin ana yurdu olan Orta Asya göçebe yaşam biçimine elverişlidir ve kamucu tipte toplumları ortaya çıkarırlar.
Anadolu yaylası doğu ile batıyı birbirine bağlayan yolların da kesiştiği bir yerdedir. Anadolu içlerinde yaşayanlar kamucu kurallara bağlı kaldıkları halde, kıyıda yaşayanlar ticaretle uğraştıkları için kamucu kuralları gevşeterek ilerleme ve gelişme yolunu tutabilmişlerdir.
Orta Asya steplerinden göç eden Türklerin bir kısmı İran üzerinden Anadolu’ya gelmişlerdir. Buralara gelen Türk göçebe çobanlar tarıma elverişli yerlerin meydana getirdiği tarımcı toplumlarla çatışmışlar ve sonunda yerli tarımcıları vergiye bağlayarak devletleşme yolunu tutmuşlardır. Yerli tarımcıların üzerine kılıcının hakkıyla konan aşiret başbuğu, bunun ardından tımarlı sipahi olmuştur.
Sipahiler fethettikleri toprakları tımar, zeamet ve has adıyla üç sınıfa ayırmıştır. Tımar ve zeamet sipahilere, has şehzadelere, vezirlere, beylerbeyine dağıtıldıktan sonra geriye kalanı “has-ı humayun” adıyla padişaha kalmıştır. Tımar ve zeamet sahipleri de bu toprakların mülkiyetine değil, sadece yönetimine memur kimselerdir. Aslında bu toprakların hepsi devletindir

Sevündük’e göre, Osmanlı siyasal birliği kuruluşunda, yönetici grubu Müslüman ve Müslüman olmayan “reaya” üzerinde kurduğu bir devlettir.
Sevündük’e göre, toplumsal değişmenin itici gücünü dinde değil, toplumsal yapıda aramak gerekir. Osmanlı toplumunun geri karılışının temel nedeni, öteki Asya Türk toplumları gibi üzerinde yaşadıkları coğrafya koşulları gereği, kamucu toplum tipine girmeleridir. Bu tür coğrafi yapının yarattığı durağanlık Osmanlı için de geçerlidir.

İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu
1886 yılında İstanbul’da doğdu. 1908 yılında Darülfünun’dan mezun oldu. Öğrenciliği sırasında bazı memurluklarda bulundu. Eğitimle ilgili incelemeler yapmak üzere Avrupa’ya gönderildi. Ardından Darülfünun’a hoca olarak atandı. 1917’de Ziya Gökalp’in önerisi üzerine Eğitim Sosyolojisi dersleri vermeye başladı. Öğretim üyeliği sırasında, 1918’de Orta Öğretim Genel Müdürlüğü ve 1919’da Teftiş Kurulu Başkanlığı görevlerinde bulundu. Bir süre Edebiyat Fakültesi Dekanlığı ve 1923’ten itibaren bir dönem İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü yaptı. 1927-1930 yıllarında Gazi Terbiye Enstitüsü Müdürlüğü görevinde bulundu. 1933 Üniversite reformu sırasında kadro dışı bırakıldı. 1941 yılında tekrar üniversiteye dönen, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Pedagoji Profesörlüğüne atanan Baltacıoğlu, 1943-1950 yıllarında iki dönem milletvekilliği yaptı. 1950 yılında emekliye ayrılmasına karşın bilimsel çalışmalarına devam eden Baltacıoğlu, 1978 yılında Ankara’da öldü.
II. Meşrutiyet döneminin milliyetçi ve modernist aydınlarından biridir. Eğitim alanında J. J. Rousseau, felsefe alanında H. Bergson ve sosyoloji alanında E. Durkheim’in etkisi altındadır. Ona göre, Durkheim Okulu, sosyolojinin ulaştığı son aşamadır. Toplumları şekillendiren üç kuvvet bulunmaktadır. Yeryüzündeki tüm toplumlar dinsiz, dilsiz, sanatsız olmadığı gibi, bunlarsız ne bilim, ne ekonomi, ne teknik, hiçbir sosyal kurum, kültür ve uygarlık olamaz, gelişemez.

Din Sosyolojisi
Dinsiz bireyler olabilir ama dinsiz toplum olmaz. Anormal olan dinin kendisi değil, din yaşayışının anormal şekilleridir. Din ile bilim de çatışmaz. Bu çatışma yarım aydınların kafalarında mevcuttur. Baltacıoğlu, toplumsal kurumların ve toplumsal ilişkilerin temeline dini yerleştirir.
Baltacıoğlu, din konusunda milliyetçi ve reformist bir anlayışa sahiptir. Ona göre, dini yok saymak onu gerici güçlerin tekeline bırakmak demektir. Oysa dinde reform yapmak ve herkesin dini ile ilgili içeriği anlamasını sağlamak gerekir. Bunun yolu da, Kuran’ın Türkçe’ye çevrilmesi ve Türk halkının dinini aracısız anlamasını sağlamaktır.
Baltacıoğlu, din ve millet ayrımına şiddetle karşı çıkar. Ona göre din ile millet etle tırnak gibidir.
İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, milleti, toplumsal evrimin ulaştığı son aşama olarak ele alır. Toplumların evrimini kabile, aşiret, derebeylik, site ve millet şeklinde sıralar.
Bir milleti millet yapan ırk, toprak, kültür birliği gibi tezleri reddeden Baltacıoğlu, bu tezlerin yerine gelenek birliğini koymaktadır.
Uygarlık uluslararasıdır. Avrupa uygarlığı deyince, Avrupa’da bu uygarlığın öbeğine giren uluslarda ortaklaşa olan teknikleri anlamamız gerekir. Medeniyet teknikten ibarettir.
Baltacıoğlu, Batı’dan kültür değil uygarlığın alınması gerektiğini belirtir.
Irk kuramını reddeden Baltacoğlu, millet kuramından yanadır. Irk biyolojik bir gerçekliktir. Irkın taşıyıcısı kalıtımdır. Milliyet, ahlaki bir olgudur. Bir millet farklı ırkları içine alan ahlaki bir birliktir.

Eğitim Sosyolojisi
İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Türk eğitim tarihinin en önemli düşünürü ve eylem insanıdır. Ziya Gökalp’in sosyoloji alanında yerine getirdiği işlevleri, eğitim alanında Baltacıoğlu yerine getirmiştir.
Ezberciliğe dayalı bir eğitim anlayışının yerine uygulamalı eğitime dönük bir anlayış geliştirmiştir.
Eğitim öncelikle çocuğun içerisinde yaşadığı toplumun değerlerini, kültürünü ve uygarlığın gereksinimlerini ona kazandırmalıdır. Eğitimin görevi toplumun istediği insanı yetiştirmektir. Baltacıoğlu, teorik eğitim anlayışını reddederek uygulamalı eğitim anlayışını, yaratıcı bireyi yetiştirecek olan eğitim anlayışını savunur.
Geleneğe dayanmayan eğitim millî olamaz. Gelenekten kopan kültür ise soysuzlaşır.

Kalkınma Anlayışı
Dinsiz milliyetçilik olamayacağı gibi dinsiz kalkınma da olamaz. Batı dinde reform yaptıktan sonra demokrasiye ulaşıp kalkınmayı başlatmıştır.
Kalkınmanın birinci ilkesi gelenekler, ikinci ilkesi nüfus yoğunluğu, üçüncü ilkesi de eğitimdir. Başka bir anlatımla, kalkınmak için gelenekleri tanımak ve korumak; nüfusu artırmak, sıklaştırmak, ülkeyi köy yığını olmaktan kurtarmak; ticaret, tarım, endüstri kişiliği yaratan bir eğitim tekniği bulmak; mekanik toplum yapısından organik toplum yapısına geçmek ve Batılı toplumlara benzemek gerekir. Bir toplumda iş bölümü ne kadar ileri giderse medeniyet de o kadar ileri gitmiş demektir.
Nüfus artışını teşvik eden, destekleyen Baltacıoğlu nüfusunun artırılması için yasal, toplumsal ve ekonomik önerilerde bulunur.

Sanat Sosyolojisi
Baltacıoğlu, sanatın hemen hemen her dalı ile uğraşmış; roman, piyes, sahne eserleri kaleme almıştır. Baltacıoğlu, yaşamı boyunca uğraş verdiği alanların hem teorisi ve hem de pratiği ile uğraşmıştır.
Sanata, “sanat toplum içindir” tezi ile yaklaşan Baltacıoğlu, sanatın kökeninde toplumun bulunduğunu belirtir. Sanat toplumdan kaynaklandığı ve toplum için üretildiğine göre, sanatçının görüşü de halkın tümünün görüşünden ayrılamaz.

Ona göre, vicdan kaynaklı olan her şey Türk’e doğru, akıl kaynaklı olan her şey Batı’ya doğru olmalıdır.

---
Türk Sosyologları
Editör: Prof. Dr. M. Çağatay Özdemir
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2915
2. Baskı, Ağustos 2015

Türk Sosyologları: Hilmi Ziya Ülken ve Niyazi Berkes

Hilmi Ziya Ülken ve Niyazi Berkes
Hilmi Ziya Ülken
1901 yılında İstanbul’da doğdu. 1921 yılında Mülkiyeden mezun oldu. Öğrencilik yıllarında Reşat Kayı ile beraber Anadolu dergisini 12 sayı el yazması olarak çıkardı. Burada Osmanlıcılığa ve Turancılığa karşı Türkiyeciliği savundu. Anadolu folkloru ve kültürü üzerine yazılar yazdı. Atatürk tarafından 1933 yılında Berlin Kütüphanesine araştırmaya gönderildi. Buradan dönüşte yeni kurulan Ankara Üniversitesi’ne Türk Tefekkür Tarihi Doçenti oldu. 1940 yılında felsefe kürsüsü, 1942 yılında sosyoloji kürsüsü profesörlüğüne atandı. 1957 yılında Ordinaryüs Profesörlüğe yükseldi. 1971 yılında 70 yaşında emekliye ayrılmasına rağmen 1973 yılına kadar ders vermeye devam eden Ülken, 5 Haziran 1974 tarihinde İstanbul’da vefat etti.
Hilmi Ziya Ülken çok yönlü ve çok üretken bir akademisyendir. Kitap halinde basılmış 75 adet eseri vardır.
Ülken’e göre sosyolojinin gelişmesinde birbiriyle çatışan bazı akımlar vardır. İnsanoğlu tarih boyunca karşılaştığı problemleri çözmek için sürekli gayret gösterdiği halde, kendi içinde yaşadığı toplumun problemlerine de ilgi göstermesi çok doğal bir hadisedir. Dolayısıyla Batı dünyasında Fransız ve Sanayi Devrimleri sosyolojinin gelişmesinde etkili olan faktörlerden sayılır.
Türkiye, Sanayi Devrimi veya Fransız Devrimi gibi büyük değişimlere sahne olmamıştır. Düşünce ortamı ise ilk zamanların derinliğini kaybetmiş ve gittikçe sığlaşmıştır. Dolayısıyla Türkiye’de sosyolojinin gelişmesini Batı’ya benzerliğiyle değil, kendi şartlarına göre değerlendirmek gerekir. Ülken’e göre sosyolojinin ortaya çıkmasında Tanzimat önemli bir dönüm noktasıdır. Osmanlının son döneminde ortaya çıkan fikir akımları toplumun bir arada yaşamasını sağlayan temel ilkeleri belirleme ve buna dayalı politikalar üretilmesini sağlamaya yöneliktir. Bir tarafta, “bizi bir arada tutan siyasi coğrafyadır.” diyen Osmanlıcılar, bir tarafta “millet olmamızın bütünleştirici unusuru İslam dinidir ve İslam birliği ile çözülmekten kurtuluruz.” iddiasındaki İslamcılar ve “bir sosyolojik birim olarak asıl gerçekliğin millet olduğunu” kabul eden Türkçüler bu anlamda düşünceler öne sürdüler. Gökalp’in öncülüğünü yaptığı Türkçüler Batılı anlamda sosyolojiyi daha çok kullandılar. Bunun için Türkçülük akımının gelişmesi ile sosyolojinin kuruluş süreci birbirine paraleldir. Ülken’nin sosyolojisi de zaten bu bağlamda gelişmiştir. Ülken doğrudan doğruya Türkçülük üzerine eleştirilerle Anadoluculuk görüşünü geliştirmiştir.
Milletin oluşumunda esas olan dil ve kültür halkın içinde hayatını devam ettirmektedir. Milli bilinci geliştirmek için o halde halka doğru gitmek gerekir. Gökalp bu anlamda halk kültürü araştırmalarını milleti tanımanın esası olarak görür. Ülken bilimsel kaygı bakımından Gökalp’i takip eder. Geliştirilecek düşünceler ve elde edilecek bilgiler sosyal ve tarihi gerçekliğe uygun olmalıdır.

Düşünceler kavramlar ile inşa edilir. Dünyayı anlamak için en kuvvetli silah olan bu mücerret mefhumlar, onlara hâkim olacak kuvvette olmadığımız zaman tehlikeli olmaya başlarlar. Mefhum buhranından dolayı yanlış tefsirler, yanlış hükümler ortaya çıkarak insanlar birbirine düşer.
Sosyoloji ilk önce bütün hususi sosyal veya tarihi bilimleri birleştirmek, tek bir bilim haline koymak iddiasıyla işe başlamıştır. Auguste Comte’un öncülük yaptığı bu anlayış, sosyolojizm adı verilen bir akımın doğmasına yol açmıştır. Ülken sosyolojinin ilk ortaya çıkışında temele alınan bu tür görüşlerin eksik ve yanlış olduğunu düşünür. Ülken’e göre bu yanlışlığa ilk olarak Dilthey dikkat çekmiştir. Dilthey, tabiat bilimlerinin karşısına manevi bilimleri koyarak, her iki bilimin metodunu birbirinden kesin olarak ayırıyordu. Ona göre tabiat bilimleri izah, manevi (insani veya kültürel) bilimler anlayış metoduna dayanır.
Ülken’e göre, tabiat bilimleri ile insan bilimlerini birbirinden tamamen ayırmak doğru değildir. İkisi arasında sağlıklı bir ilişki kurmak gerekir. Ülken’de göre sosyolojinin asıl konusu, monografiler vasıtası ile parçalardan bütünlere doğru gitmek üzere içtimai teşekkülleri tetkik etmektir.
Sosyal sahada bütün sosyal olayların temeli Ülken’e göre, iş-organizasyon olaylarıdır. Bu temel olaylar üzerinde meydana çıkan din, ahlak, hukuk, sanat, tefekkür gibi sosyal olaylara “müştak içtimai hadiseler” (ikincil sosyal olaylar) ismini verir. İş, ekonomik bir faaliyet, organizasyon siyasi bir faaliyettir.

Sosyolojinin yakın tarihinde geliştirilen üç yöntem öne çıkar.
1- Sosyal Monografi,
2- İstatistik Yöntem,
3- Tarihî Yöntem.
Ülken bu üç yöntemin birbirini tamamlayıcı şekilde kullanılabileceğini düşünür.
Özelden genele doğru yükselen bir araştırma yöntemi en doğru olanıdır.
Hâlbuki Ülken’e göre toplumsal alanda katı nedensellik hâkim değildir.

Toplum Nedir?
Toplum, ne fertler toplamından ibaret bir yığın ne de tamamen organizmaya benzeyen bir gerçeklik veya bir varlık sahasıdır. Toplum deyince gerek maddi gerek manevi olarak, bizi kuşatan işler, fiiller, hareketler, inançlar ve değerler sistemini anlıyoruz.

Anadoluculuk Görüşü
Modern toplumlar dünyada milletler olarak öne çıkmaktadır. Sanayi Devrimini ve Fransız Devrimini yaşayan Avrupa bir taraftan kapitalizm çağını açarken, bir taraftan da milletler çağını başlatmıştır. Türkçülük akımı modern anlamda millet tanımlamasına en yakın yaklaşım olmuştur. Türkçülük düşüncesi, Turan idealiyle dünya üzerinde yaşayan bütün Türkleri bütünleştirmeyi hedeflemiştir. Ülken’in Anadoluculuk veya Memleketçilik adını verdiği görüşü bu zeminde ortaya çıkmıştır.
Ülken, milliyetin ısmarlama ve yamama bir şey olmayıp, ancak yaşanılan asli bir hayatın; dilde, fikirde, işte bir olan bir toplum tipinin şuurundan ibaret olduğunu belirtir.
Millet tarihi bir kuruluştur. Vatan sınırlarının çizilmesi, millî dilin doğuşu, millî kültürün gelişmesi uzun bir evrimin ürünüdür. Bundan dolayı ne siyasi kararlarla ne de ani inkılâplarla milletler tarih sahnesine birdenbire çıkamazlar.

Niyazi Berkes
1908 yılında Kıbrıs’ta doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Aynı fakültenin Tarih Bölümünden sertifika aldı. İstanbul Üniversitesi ve Chicago Üniversitesi’nde sosyoloji üzerine çalıştı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde ve McGill Üniversitesi Graduate Studies and Research fakültesinde öğretim üyeliği yaptı. 1945 yılına kadar DTCF’nde çalıştı. 1952’de yurtdışına gitti. Kanada McGill Üniversitesi İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde profesör oldu. 1958-1959 yıllarında Hindistan’da Aligarh Üniversitesi’nde de ders verdi Pakistan, Endonezya ve Japonya’yı ziyaret etti. Emekli olduktan sonra İngiltere’ye yerleşen Niyazi Berkes, 18 Aralık 1988’de İngiltere’de Hythe’da öldü.

Niyazi Berkes’in Bazı Ankara Köyleri Üzerine Bir Araştırma adlı kitabı Türk sosyolojisinde ilk monografiler arasında yer alır. Berkes çok yönlü bir düşünür ve yazardı. Ağırlıklı olarak Türkiye’nin geçirmekte olduğu sosyal değişimi analiz etmeye çalıştı.
Türk İktisat Tarihi adlı eserinde Osmanlı Türk toplum yapısını, ekonomik özelliklerini ve meydana gelen yapısal değişimleri ayrıntılı olarak ele aldı.
Türkiye’de Çağdaşlaşma adlı eserinde konuyu 1700’lü yıllardan itibaren ele alır. 1699 yılının başında yapılan Karlofça Antlaşması ile Osmanlı Devleti resmen toprak kaybetmiştir. Kaybetme duygusu yenileşme hareketlerinin temel hareket noktası olmuştur. Bu nedenle Berkes Osmanlı’nın yenileşme adına ilk adımlarını basımcılık ve askerlik alanlarında görür. Kitabın ikinci kesiminde Mutlakiyetten Meşrutiyete başlığı altında II. Mahmut’un öncülüğünü, Tanzimatın ilanını, Meşrutiyetin ilanını ve Türkiye’ye getirdiği yenilikleri anlatır. Üçüncü kesimde ise Cumhuriyete giden gelişmeler incelenmiştir.

Niyazi Berkes’te Çağdaşlaşma
Berkes özellikle modernleşme yerine çağdaşlaşma kavramını kullanır. Çağdaşlaşma bir süreci ifade eder. Bu süreçte geleneksel ve kalıplaşmış yapılar yeni biçimlere dönüşmektedir. Batı toplumlarının geçirdiği değişme merhalelerini aynen uygulama çalışmadı. Osmanlı’nın sosyal yapısı ile Batı feodalitesinin yapı farklılığını görerek kavramsallaştırmaya özen gösterdi.

Niyazi Berkes’te Laiklik ve Sekularizm Kavramları
Bir toplumun çağdaşlaşması için, ilerlemesini engelleyen her türlü eski kalıplardan kurtulması gerekir. Batı toplumları skolastik bir yapı oluşturan dinî taasuptan modernleşme sayesinde kurtulmuşlardır. Modernleşmenin en önemli özelliklerinden birisi insan aklının öne çıkartılması ve toplumsal hayatın sekülerleştirilmesidir. Berkes bu süreci önemser ve Türkiye’nin çağdaşlaşmasında laiklik ve sekülerleşmenin önemini vurgular. Sorunun laiklik kavramına yüklenen dar anlamda dindevlet ya da devlet-kilise ayırımı noktasında olmadığını, daha geniş anlamda “kutsallaşmış gelenek boyunduruğundan kurtulma” noktasında düğümlendiğini belirtir.

Grekçedeki laos (halk), laikos (halksal) sözcükleri Hristiyanlık döneminde klericus, yani din adamları dışında olan kişiler için kullanılırdı. Modern Fransızca’da laicisme, din adamlarından, rahiplerden başka kişilere, kurullara, yetkililere, dünya işlerinde, hatta din işlerinde üstün bir yer verme anlamını taşır. Bu anlamda Osmanlı Türk toplumunda laiklik kavramının dayanacağı bir sosyal gerçeklik yoktur. Çünkü bu toplumsal yapıda Ortaçağ Hristiyan toplumlarındaki gibi bir din-devlet ikilemi yer almamıştır. Batıdaki laikliğe dayalı çağdaşlaşma süreci bizde daha farklı olmak zorundadır. Bu süreci en iyi açıklayacak kavram ise sekülarizm olmalıdır.
Sekülarizm çağ anlamına gelen saeculum sözcüğünden türemiştir. Bunun karşılığı Türkçe’ye çağ anlamında asır olarak yerleşmiş olan Arapça asr sözcüğüdür. Asrilik ve muasırlaşmak sözcükleriyle karşılanmak istense de muhalif kitlelerce bu kavramlar itibarsızlaştırıldığı için laiklik kavramı yaygın şekilde kullanılmaya devam etmiştir.

İlerlemenin Anahtarı Sekülerleşme ve Çağdaşlaşma
Sorunun laiklik kavramına yüklenen dar anlamda din-devlet ya da devlet-kilise ayırımı noktasında olmadığını, daha geniş anlamda “kutsallaşmış gelenek boyunduruğundan kurtulma” noktasında düğümlendiğini belirtir.
Sekülerleşme laikliği de içine alan ve ona göre daha geniş bir anlam içeren bir yaklaşımdır. Protestanlığın etkisi altındaki ulusal kültürlerin dilinde kullanılan sekularizm kavramı, geleneksel katılaşmış kurum ve kurallar karşısında zamanın gereklerine uyan kurum ve kuralları geliştirme anlamını içinde taşır.
Her toplumda değişmez kurallar ve değerler bireylere büyük kolaylık sağlar. Bireyler bunların toplumsal fonksiyonu kalmasa da bırakmak istemezler. Fakat bu durum yaşlanan kişilerin damarlarının sertleşmesi gibi engelleyici ve zarar vericidir. Berkes Türkiye’de Çağdaşlaşma isimli kitabında buna çok sayıda örnek verir. Osmanlı Türk toplumunda geri kalmışlığın bilinci ortaya çıkınca tedbirler alınmak istenir. Bu tedbirler babından yapılmak istenen her yenilik ve değişiklik büyük bir dirençle karşılaşır. Bu direncin en önemli dayanağı ise din kisvesidir.

Türk Toplumunda Batıcılık ve Çağdaşlaşma
Türkiye’nin çağdaşlaşma serüveni adını verebileceğimiz mücadele yenileşme adına atılan adımlara karşı geleneksel ve kalıplaşmış yapıların direnci arasında devam etti. Bu arada Batılı toplumlar bütün farklılıklarına rağmen ilerlemeye devam ettiler. Avrupa’nın ilerlediğini gören aydınların bir kısmı bunun gerçek boyutlarını anlamak yerine taklit ederek aşabileceğimiz gibi bir yanılmaya düşmüşlerdir. Bu yanılmadan dolayı Osmanlı’da çağdaşlaşma yerine Batılılaşma kavramı ön plana çıkmıştır. Berkes’e göre bu son derece yanlış bir yaklaşımdır. Batı dünyasındaki gelişmeler ve Batı’nın genel yapısı iyi anlaşılırsa zaten bu yanlışlık ortaya çıkacaktır. Bu bakımdan Berkes sorunun Batılılaşmak ile değil, Batılılaşmamak ile çözüleceğini düşünür. Çünkü kapitalist batı ikiyüzlüdür ve kendi dışındaki toplumların gelişmesini istemez. “Batı’dan bağımsız olmayan hiçbir geri kalmış toplum batılılaşamaz, ilerleyemez; ister reform ister devrim yoluyla kendine yeni düzen veremez; sele kapılmış bir saman çöpü gibi sürüklenir durur...
Dolayısıyla bizim geri kalmışlığımızı Batılılaşarak aşmamız söz konusu olmaz. Her toplum kendi devrimlerini gerçekleştirmedikçe ilerleme sağlayamaz. Berkes’e göre Batılılaşmak yerine Batılılaşmamak esastır. Batı bir yönüyle çağdaş medeniyeti yaratmış, bir yönüyle de vahşi emperyalizme yönelmiştir.

Atatürk Devrimleri ve Türk Ulusculuğu
Milliyetçilik Osmanlı imparatorluğunun milletler üzerindeki egemenliğini sarsmış ve imparatorluğun yıkılmasına yol açmıştır. Dolayısıyla milliyetçilik Türkleri doğrudan etkileyen bir siyasal güçtür. Milliyetçilik Berkes’te, Milli Kurtuluş Savaşı, Atatürk devrimleri ve çağdaşlaşma bağlamında anlam kazanır.
Türk millî devleti ikiyüzlü Batı uygarlığı karşısında emperyalist Batı’ya rağmen Batılılaşmamayı başaran ama diğer taraftan çağdaşlaşmaya devam eden bir yapı olarak ortaya çıkmıştır. Türk ulusculuğu olarak adlandırdığı milliyetçilik kavramını hem çağdaşlaşmanın kendisine, hem de Batı karşısındaki farklılığımıza bağlar. Türk ulusçuluğunun temel nitelikleri ona göre, “Batı ve Biz” sorunsalına dayalı olarak biçimlenmektedir.

Gelenekleri güçlü bir İmparatorluk içinde dirençler kırılamamış ve çağdaşlaşma başarılı olamamıştır. Artık Cumhuriyetle birlikte eski toplumsal yapının dayanakları kalmamış, çağdaşlaşma için devrim niteliğinde adımlar atılabilmiştir.
---
Türk Sosyologları
Editör: Prof. Dr. M. Çağatay Özdemir
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2915
2. Baskı, Ağustos 2015

Türk Sosyologları: Behice Boran ve İbrahim Yasa

Behice Boran ve İbrahim Yasa
Behice Boran
Behice Boran, Türk sosyolojisinde ‘ilm-i içtima’ ekolünün bir üyesidir. ‘İlm-i içtima’ ekolünün kurucusu ise Prens Sabahattin’dir.
Behice Boran 1 Mayıs 1910 yılında Bursa’da doğdu. Kazanlı bir Tatar aileye mensuptur.
İstanbul Amerikan Kız Koleji’nden 1931 yılında mezun olmuştur. Aynı yıl Darülfünun Felsefe bölümüne girer ancak buradan mezun olmadan ayrılarak 1933 yılında öğretmenlik yapmaya başlar. Kolej hocalarının desteği ile Michigan Üniversitesi’nden burs alarak Amerika’ya doktora eğitimi için gider. 1938 yılında doktor unvanını alır. Yurda döndükten sonra 1939 yılında yeni kurulan Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne sosyoloji öğretim üyesi olarak atanır. 1942 yılında Manisa’ya bağlı Tepecik köyü üzerine yaptığı bir alan çalışmasını doçentlik tezi olarak sunar. Ders sunumunun ardından Doçentlik ünvanını alır. 36 yaşında iken çevirmen Nevzat Hatko ile evlenir. 1948 yılında fakülteden ilişiği kesilir. 1950’de Barışseverler Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer alır. Cemiyetin faaliyetleri nedeniyle tutuklanarak hapse girer. 1962’de TİP’e girer. 1965’te TİP Urfa milletvekili olur. 1980’ne kadar siyasi faaliyetleri nedeniyle dönem dönem tutuklanarak hapis hayatı yaşar. 1980’de yurt dışına çıkar, 1981’de yurda dön çağrısına uymadığı için vatandaşlıktan çıkarılır. 1987 yılında Brüksel’de vefat eder ve cenaze töreni eski milletvekili olduğu için TBMM’nde yapılarak Zincirlikuyu mezarlığına defnedilir.

Toplumsal Tabakalaşma Çalışması
Behice Boran’ın doktora tezi mesleki hareketlilik ile ilgilidir. Meslek gruplarını sosyal tabakalar olarak ele alıp, bu toplumdaki tabakalar arası geçişliliğin nasıl olduğunu istatistiki veri ve grafikler ile ortaya koymuştur.
Durkheimcı bir tavır ile meslekleri toplumsal iş bölümü içinde fonksiyonel birlikler olarak tanımlar. Mesleki ücretin yaşam tarzları arasındaki farklılığın da belirlendiğini ifade eder. Marks, üretim araçlarına sahip olanların daha üst bir sınıf oluşturduğundan bahsederken, Boran ise üretim ve dağıtım sürecinde kontrol sahibi olanları toplumsal hiyerarşinin başına koyar. Modern sanayileşmiş toplumlarda artık, üretim araçları üzerindeki mülkiyetten ziyade üretim üzerindeki kontrol toplumsal tabakalar ya da sınıfar olarak ele alınan meslek grupları için sosyal hiyerarşinin kriteridir.
Endüstriyel sektör içinde mal sahibi olan grubun yaş kompozisyonu ‘orta yaşlı’, mal sahibi olmayan grubun yaş kompozisyonu ise ‘genç’ tir. Bu da mal sahibi olan grubun daha kapalı olmayanın ise daha açık olduğunun bir göstergesi olarak ele alınır. Bundan çıkan sonuç, ABD’de 1910-1930 periyodunda, üretim üzerinde kontrol sahibi olan üst sınıfarda sosyal hareketlilik daha az görülmektedir. Bu gruplar, sosyal hiyerarşinin altından gelecek olan dikey sosyal hareketliliğe karşı kapalıdır. Yani üst sınıfar hiyerarşik üstünlüklerini koruma eğilimindedirler.

Toplumsal Yapı Çalışması
Temel eseri ‘Toplumsal Yapı Araştırmaları’dır. Boran bu kitabında yer alan çalışmasını, öğrencisi Fatma Taşkıngöl Başaran ile birlikte, 1941-1942 yılları arasında, Manisa’ya bağlı sekiz ova köyü (Adiloba, Tepecik, Sarıçam, Kepenekli, Yılmaz, Saruhanlı, Hacı Rahmanlı, Paşa) ve beş dağ köyü (Siyetli, Kuruköy, Dazyurt, Yayla, Kışla) üzerine yapmıştır.
Çalışmasının merkezi problemi; bir topluluğun toplumsal yapısının farklılaştığı fonksiyonel kısımlar arasındaki, özellikle iki kısım (alt yapı ve üst yapı) arasındaki ilişkileri aydınlatmaktır. Boran, toplumun kurumları arasında fonksiyonel bir ilişki görür ve aynı zamanda bu ilişkinin iki temel yapı arasında olduğunu söyler. Boran’a göre toplum, bir kurumlar topluluğudur. Sosyal değişme sürecinde kurumlar çözülme ve yeniden birleşme yaşarlar.
Boran öncelikle ele aldığı iki köy tipinin ekolojisini verir. Buna göre ova köyleri (açık köy tipi) şehir ile yakındır. Ulaşım ve haberleşme vasıtalarına sahiptir. Oysa dağ köyleri (kapalı köy tipi) şehre uzak ve ulaşım ve haberleşme vasıtalarından görece mahrumdur. Ova köyleri piyasaya dönük üretim yapan açık köylerdir. Dağ köyleri ise, geçimlik üretim yapan kapalı köylerdir.
Kasabalar ve şehirler eski ve yeni arasında bir ikilik yaşamaktadır. Boran, bir öngörüde bulunarak bu ikiliğin zaman içinde daha da keskinleşeceğini ifade etmektedir.
Boran, köylerin şehirleşmesini bir kültürel yayılım süreci olarak değerlendirir. Ona göre, eğer bir toplum kendisinden daha üstün bir toplum ile karşılaşırsa çekingen ve korkak davranır. İncelediği köylerde halkın şehirliye karşı tutumu bu mihverdedir.

Şehir Çalışmaları
Boran, toplumsal değişmeyi, Marksist bir şekilde, üretim araçlarının ve kullanılan enerji türünün değişmesi ile birlikte yaşanan evrensel bir toplum hadisesi olarak kavramlaştırır. Toplumlar, sanayileştikçe kapalılıklarını yitirmekte ve daha geniş bir bütüne ait iş bölümünün bir parçası olmaktadırlar.
Boran, toplumsal değişmeyi üretim araçlarının birikerek değişmesi bağlamında, bir evrimsel süreç olarak kavramlaştırmaktadır. Evrimi birikerek değişme olarak tanımlayan Boran, insan doğa ilişkilerinin aracı teknolojide birikerek değişmenin görüldüğünü bu itibarla da evrimin bu alanda varlığının söz konusu olduğunu ifade eder.
Boran, toplumlar arası ilişkilerde toplumların gördüğü fonksiyona göre farklılaşarak kimilerinin merkezde kimilerinin çevrede yer aldığını söylerken.

Edebiyat Sosyolojisi
Boran, edebiyat ve sanat sosyolojisine dair ilk yazılarını Yurt ve Dünya dergisinde yayınlamıştır. Boran’ın sanatı ve edebiyatı ele alışı, Marksist sosyoloji itibariyledir. Edebiyat sosyolojisinde en çok bilinen yazısı, Halide Edib’in romanlarını tahlil ettiği makalesidir. Boran’a göre, romancılar karakterlerini iki şekilde kahramanlaştırmaktadırlar; ilk biçim, romanda karakterin kendi sosyal muhitinin bir tiplemesi, ikinci şekilde ise tam tersi kendi sosyal çevresinden kopararak kahramanlaştırma gerçekleştirilmektedir. Halide Edib, ikinci şekli benimsemektedir.
Boran’a göre, Halide Edib’in yeni ve eski romanlarının ilk ortak özelliği güçlü kadın karakterleri ise ikinci özelliği aşk temasının işlenmesi; üçüncü özelliği ise, yazarın dünya görüşünün değişmemesidir. Onun dünya görüşünü ele veren romanı, Yeni Turan’dır. Bu romanda batılılaşmış Müslüman bir Türk toplumu tasvir edilmektedir.
Bir diğer Türk romanı ile ilgili yazısında, 1940’lı yılların popüler kadın romancılarını eleştirir. Boran’a göre, bu romanlar masalların modernleştirilmiş şeklidir.

İbrahim Yasa
1911 Selanik doğumludur. Balkan Savaşı sırasında ailesi ile birlikte Balıkesir’e göç etmiştir. 1925’de muallim mektebine girmeye hak kazanan Yasa, mezuniyetinden sonra İstanbul’da görev yaparken İstanbul Üniversitesi Felsefe şubesine 1933’de kayıt yaptırır. 1934’de Sosyoloji eğitimi için ABD’ye gider, köy sosyolojisi alanında uzmanlaşır. 1940 yılında doktorasını verir ve 1942’de ülkeye döner. 1953 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde Sosyal Siyaset kürsüsünü kurdu. 1977 yılında emekli olmuştur. 1982-1986 yıllarında ODTÜ sosyoloji bölümünde hocalığa devam etmiştir. 1993 yılında ise Ankara’da vefat etmiştir
Eserlerini iki ana başlıkta toplamak mümkündür: Toplumsal yapı ve değişme ve aile yapısı. Yasa, toplumsal yapının gündelik işleyişini sayı ile belirlerken bu sayıların kültürel anlamını da ortaya çıkarmaya çalışmıştır.

“İlm-i içtima” denilen sosyoloji anlayışı Türk toplumunun yapısal işleyiş ve değişimini mikro çalışmalar ile yakalamaya çalışır. Bu konuda ilk eseri, Ankara yakınlarındaki ve ilk köy enstitüsünün kurulduğu, Hasanoğlan köyü üzerindedir. Alan araştırması, Hasanoğlan Köyü’nde 1944-45 yıllarında yapılmıştır.
Yasa’ya göre, ulaşımın geliştiği yerler Türk devriminin etkisinin en fazla olduğu yerlerdir. Tren yolunun geçmesi ile söz konusu köy kapalı köyden, açık köy haline geçmiştir. Köye iletişim araçlarının girmesi de bu ulaşım aracı sayesinde olmuştur. Bu şekilde köylünün zaman ve mesafe kavramları artık değişmiştir. Zamanı daha fazla planlamak durumunda kalmaktadırlar. Tren yolu ile yeni ve modern meslekler köye girmiştir. Köy halkı gündelik ve sosyal davranışları konusunda modernleşmiştir. Köylüler arasında bireyselleşme artmıştır. Sosyal dayanışma zayışamıştır.

Yasa’nın diğer bir köy monografisi Sindel Köyü çalışmasıdır (1969). Sindel Köyü bir Batı Anadolu köyüdür. Sindel, Yörük göçebe halkın yerleştirilmesi ile oluşmuş bir köydür. Yasa, demokrasiye geçildikten sonra köyde gericiliğin ve particiliğin arttığını belirtir. Çobanlıktan tarıma geçme, sosyal hayatı ve manevi alanları değiştirmiştir. Toprağa yerleşmeden önce, rastlanan ağaların yerini yerleşimden sonra kasaba zenginleri almıştır.
Yasa’ya göre, bir köyün toplumsal ve ekonomik yapısını ortaya çıkarmak için ilk önce iş-güç tarzı ile ekolojiye bakılmalıdır. Yasa’ya göre, Türkiye az gelişmiş bir Doğu ülkesidir. Kırsal alanlar dâhil ülkede kanaatkâr bir dünya görüşünden vazgeçilmektedir. Tüm az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi bizde de ekonomik sömürü düzeni devam ettiği için demokratik bir rejim de kurulamamaktadır.
İlkel toplumlarda yerel değerler çağdaş toplumlarda evrensel değerler kültürü belirlemektedir. Türk toplumu üzerinde merkeziyetçi mutlak monarşinin etkisi halen devam etmektedir. Bu hal halk içinde “adam sendecilik” davranışına yol açmaktadır.
Yasa, toplumsal yapımızın temel unsurlarını analiz ettikten sonra toplumsal yapının özelliklerini şu şekilde saymaktadır: otoriteye ve birincil gruplara bağlılık, toprağa bağlılık, sihirsel ve dinsel inançlara bağlılık. Bu özelliklerin inşa ettiği kişiliklerin özellikleri ise; içe dönüklük, kuşkuculuk ve güvensizlik, bencilliktir.

Aile Yapısı Üzerine Çalışmaları
1966 yılında yayımlanan çalışmada; gecekondu ailesinin doğuşu, oluşumu, gelişimi ele alınmaktadır. Yasa, Türkiye’de gecekondulaşmanın altında yatan köyden şehre göçün nüfus ve ekonomik nedenlerini irdeler.
Gecekondu ailesi için şehirli ev eşyaları kullanım değil toplumsal saygınlık kazanmak için birer gösteri malzemesidir.
Gecekondu ailelerinde çocuklarının ilerdeki mesleklerinin memur olmasını istemelerinin nedeni olarak Türk toplumunda görülen “efendilik kompleksi”ne bağlar.

Yasa’nın aile ve toplumsal değişmeye odaklandığı bir diğer önemli çalışması Almanya’dan yurda dönen işçi aileleri üzerine yaptığı araştırmadır.

Dış göçün en önemli toplumsal etkisi yeni iş-güç alanlarının açılması ve arkada kalanları tüketici hale sokmasıdır. Dış göçlerin tinsel etkisi, özellikle aile içinde kadının saygınlığının artması ve aile üyelerinin geleneksel kalıplardan uzaklaşmalarıdır. “Alamancı” olarak nitelenen işçi aileleri artık çocuklarının memur değil serbest girişimci olmalarını arzu etmektedirler.

---
Türk Sosyologları
Editör: Prof. Dr. M. Çağatay Özdemir
Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2915
2. Baskı, Ağustos 2015